'Bir gün kaybolursan, kokuyu takip et, çünkü hafızadır o...'
Çocukluğumdaki korkulu düşlerim, hep kaybolmakla ilgili olanlardı. Nefes nefese hatta bazen çığlıklar da atarak uyandığım günler... Sanki sırtıma koskocaman bir dağı yüklemişler de altında ezilmişim gibi, kan ter içinde... O asap bozucu yapayalnızlık hissi bugünkü gibi aklımda...
'Yine mi kayboldun?' diye gülümseyerek saçlarımı okşayan elleri anneannemin ve beni bağrına basarken fısıltılarla okuduğu 'rabbi yessir'ler... Nasıl bir nefesti ki o... Daha başlar başlamaz beni sarıp sarmalar, ılıklığında uyuyakalıverdiğim, beni sükunetler ülkesine teslim eden bir kucaklayış...
Nereden gelmeydi, kimlerden kalmaydı acaba bu kayboluş korkusu... Evin yolunu yitiriş, annemin elini kaybediş, babamın aniden bir rüzgar eşliğinde uçup gidişi, kardeşimin hızla koşarak ağaçların arasında gözden kayboluşu, öğretmenimin ve sınıf arkadaşlarımın aniden buharlaşıvermesi sınıfta tek başıma kalıverişim, büyük bir pazarda herkesin benden uzun olduğu bir kalabalıkta giderek nefes alamayışım, tüm asık yüzlü insanların bana çarpa çarpa yürüyüşü, üzerime üzerime gelişleri, bineceğim vapurların, otobüslerin aniden hızla hareket ederek beni iskelede veya durakta bir başıma bırakıverişleri, eve doğru giderken aniden yalçın kayalıklara çıkan yollarım, sert gri fiyordlara çarparak patlayan dalgaların arasında, soğuk kuzey denizlerinin kıyılarında yol arayışlarım...
Bunları niçin görürdüm... Halen bilmiyorum...
Ama çocukluğumun kayboluş kaygısı, yerini nispeten daha dingin arayışlara bıraktı... Halen benzeri şeyleri görüyorum ama bir farkla ki; korku ve tedirginlik değil, daha kaderine razı gelmiş bir hüzün diyebilirim. Anneannemin rabbi yessir fısıltıları ile süren taze çimen kokusu hala kalbimde... Ve hala kaybolmak, sanki kaderimmiş gibi...
Öyle zannederim ki düşlerle birlikte ruhuma sirayet etmiş bu kayboluşa dair çocukluk kaygıları ve daha sonrasındaki vedaya razı geliş halleri, bana büyük ninelerimin muhacirlik günlerinden miras kalmış telaşeli hatıraların tortusudur...
Babaannem çok titiz, tertemiz bir hanımdı, Allah rahmet eylesin. Odalarında, dolaplarında tertemiz sabun kokuları dolaşırdı, çantasında, çekmecelerinde, vitrinlerde, yatak örtülerinde mis gibi bir temizlik... Zenginliği de fakirliği de, barışı da savaş günlerini de, sıhhati de hastalığı da görmüş geçirmiş bu eski hanımlar için hiç bir halde değişmeyecek bir şarttı temizlik... Hem anneannem hem babaannem 'şart' derlerdi temizliğe. Bir büyük yemin, anayasa veya farz-ı ayn gibi bir anlamı vardı 'şart'ın... Koku, isim gibiydi onlar için, sizi diğerlerinden ayırt edecek, sizi dünya aleme alamet-i farika gibi sunacak bir şeydi koku... Ben çiğdemdim, kız kardeşim güldü, annem laleydi ve babaannem bizi kokularımızdan tanırdı.
'Her şey kaybolabilir, koku hariç...' derdi babaannem...
Bir gün Fıstıkağacı'ndaki evin Boğaz'a bakan balkonunda o ikindi çayını içip ben de yanında ders çalışırken, üçüncü kattaki pencerelerimize kadar yetişen ceviz ağacına uzanıvermişti... Yapraklarını tutup yüzüne gözüne sürüvermişti babaannem... 'Ceviz ağacında anne kokusu gizlidir, çok özlerseniz annelerinizi bir gün, koşup bir ceviz ağacına sarılın yapraklarını uzun uzun koklayıp içinize çekin, gurbetiniz yatışır' demişti...
Hicret ve Muhacirlik... Çok sık dile getirilmese de kalpten yükselen bir ah'tı bizler için... Babaannem Yaşar hanımın babaannesi Pembe Hanım'ın hikayesinden başkaca bir şey de yoktu kulaklarımızda aslında... İncioğullarından Pembe Hanım, Selanik civarından bir gece vakti, ricat yoluna, yani kaçış yoluna, yani sürgün yoluna, yani firar yoluna, yani hicret yoluna, yani elveda yoluna çıktıklarında, yedi sekiz yaşlarındaymış... Önce bir limana, oradan Gelibolu'ya ve oradan da evleneceği güne kadar İstanbul Sarıyer'e, sonrasında da gelin gittiği İzmit'e kadar süren devir daimi Pembe Hanım'ın...
Belki bu yüzdendir: 'Allah'a şükür aile kabristanımız var bizim' derdi babaannem durup dururken... Durup dururken... Ne güzel bir ifadedir bu; 'durup dururken'... Onlar durup
durmayı çok zor başarabilmiş kadınlardı... Muhacirlerdi çünkü. Sürüklenmişlerdi rüzgarların önünde bir yaprak gibi... Kabir de, kabristan da bu yüzden çok önemliydi onlar için... Durmanın, sahip olmanın, sahip olunmanın, aidiyetin, buralılığın simgesiydi kabristanlar... En az ev'ler kadar önemliydi, doğumhaneler, saat kuleleri ve camiler kadar. Yeryüzündeki varoluş nişanlarıydı kabirler.
Bu yüzden Nazım'ın ilk gençlik şiirlerinden olan şu dizelerde hala servilere gider, yaşarır gözlerim...
'Bir inilti duydum serviliklerde
Dedim: Burada da ağlayan var mı?
Yoksa tek başına bu kuytu yerde,
Eski bir sevgiyi anan rüzgâr mı?
Gözlere inerken siyah örtüler,
Umardım ki artık ölenler güler,
Yoksa hayatında sevmiş ölüler,
Hala servilerde ağlıyorlar mı?'