Gazze temalı kısa film festivali için Siirt'teydik. Siirt Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nihat Şındak'ın makamında oturduğumuz bir sırada bir dostum, internete düşen bir haberi gösterdi. Büyük komutan, Gazze'nin gururu, Aksa tufanında kasırgalar estiren, Müslümanların ve bütün özgür insanların kahramanı Yahya Sinvar şehit düşmüştü. İlk dikkatimi çeken şey, kurşunu alnının çatından yemiş olmasıydı. Şair olsaydım, bir destan dolusu şiir yazacak kadar duygulandım. Onun "Diken ve Karanfil" (Filistin'in bilinmeyen tarihi) adlı romanının çevirmeni olarak en yakınlarımdan birini kaybetmiş gibi sarsıldım. Göz pınarlarıma hücum eden yangın misali yakan yaşları salıverecektim ki bizzat onun kitapta söyledikleri aklıma geldi: "Şehitler için ağlanmaz. Onların yası tutulmaz. Onlar zılgıtlarla yolcu edilir. Şehit düştükleri için, aileleri tebrik edilir." Orada bulunan Filistinli misafirlerin yüzüne baktım. Metanet timsaliydiler. Hayır, kurşunu cepheden yiyen adama ağlanmazdı. İlk defa, şair olmadığıma hayıflandım, şuur iklimine dalıp gözyaşlarımı ağıta dökemediğim için. Şuurla şair arasında kök birliği var çünkü.
Şuur, akıl ve ruh, insanı manen ayakta (kıyamda) tutan, mukavemet etmesini sağlayan mekanizmanın sacayaklarıdır ayrıca. Bunların birbirinden koparılması ise, birey ve toplum olarak insanın direncinin kırılması, yıkılması anlamına gelir. Şuur, vahyin muhatabıdır ve aklın da besin kaynağıdır. Bu ikisinin uyumu ruhu harekete geçirir. Bireyin veya toplumun harekete geçmesi ise düşman açısından en büyük tehlikedir. Bu yüzden düşman, ilk olarak şuur ile aklın bağını kesmeye bakar. Sonra da aklı, tamamen heva menşeli sezişlerin at oynattığı bir ufunete dönüştürür. Şuursuz ve akılsız kalan ruh da çürümeye başlar. Bu aşamadan sonra milletin esir edilmesi kolaylaşır. Hayatı bitmiştir zaten. Bu denklemde şuuru şair, aklı alim ve ruhu ümmet temsil eder. Bu idrake, o yüzden salim fıtrata sahip ve vahyin mesajını kavramış şairler sahip olurlar. Mesela Necip Fazıl, "Türk'ün ruh kökü"nü harekete geçirmek için "ciğerinden kalemine kan çekmek" için çırpınıp durduğunu anlatır. Yahya Sinvar'ın şehit edildikten sonraki fotoğrafına bakarken "Arap'ın ruh kökü" budur işte dedim ben de.
Birinci dünya savaşında Ruslar, memleketin doğusunu işgal etmişlerdi. Ağrı-Tutak dolaylarında Abdülmecid Bey, diğer Kürt aşiretlerinin yanında Sîpkan aşiretinin başında Ruslara ve onlarla işbirliği yapan Ermenilere karşı savaş veriyordu. Abdülmecid bey, aşiretiyle birlikte ellerinde çakar almaz tüfekler ve kılıçlarla en modern silahlarla donatılmış Rus alayına saldırıp alayı dağıtarak toplarını ele geçirirler. Bu esnada şehit düşer Abdülmecid bey. Dengbêj Şakiro, bu kahramanlığa bir ağıt yakar ve Abdülmecid Bey için "Alimlere sordum, kim kurşunu alnının çatından yemişse o, şeksiz şüphesiz şehittir, dediler" der. Şîpkan aşiretinin reisi Abdülmecid bey kurşunu alnının çatından yemiş. Yahya Sinvar'a bir daha baktım, evet, kurşunu alnının çatından yemişti. "Kürt'ün ruh kökü" Gazze'de Arap'ın , Çanakkale'de Türk'ün ruh kökünün aynısıdır dedim.
Çanakkale'de Türk'ün ruh kökünü, vahiyden beslenen bir diğer şair Mehmed Akif şöyle tarif eder: Vurulmuş tertemiz alnından uzanmış yatıyor/Bir hilal uğruna ya Rab ne güneşler batıyor.
Akşam odama çekilince, ufkumu kaplamış gam bulutunu dağıtmak için şairlerin şuur alemine daldım. Peygamberimizin (s.a.v) şairi Ka'b b. Züheyr, peygamberin ashabını tasvir ediyordu "Kaside-i Bürde"sinde : "Vurulunca onlar, göğüslerinden vurulurlar... Onlardan ürker dev dalgalı ölüm denizi"... Ashabın ruh kökünden boy salmış Arap'ın, Türk'ün, Kürt'ün "o pak alnı öpülesi" ruh kökünün ayak seslerini duyar gibiydim.
Ruh kökümüzün elimizi uzatsak dokunacak kadar yanı başımızda olduğunu gösteren Aksa tufanı şehitlerine selam olsun.