Dünyanın başka yerlerinde örneği var mıdır bilmiyorum, bizde böyle bir hastalık peyda oldu son zamanlarda. Kendi kimliğimize düşmanlık hissiyle bakmak, kendi geçmişimizden nefret duymak, dünyanın görüp göreceği en zalim, en kanlı insanların bizim atalarımız olduğunu düşünmek...
Elbette hiçbir milletin tarihi sütten çıkmış ak kaşık değil. Özellikle de dünyanın her yerinde ve tarihin her döneminde toplumların istikametini belirleyen yönetici veya siyasetçi sınıfının maalesef pek melek tabiatlı insanlardan oluşmadığı bilinen bir husus. Bu bakımdan eleştirel bakacağımız, öfkeleneceğimiz, hatta utançla anacağımız sayfaları var bizim tarihimizin de. Ancak bazı başka örneklerle kıyaslandığında bizimkilerin kayda değer bile olmadığı söylenebilir, emin olun!
Ne olursa olsun kendi tarihinin her sayfasını serapa kötülükten ibaret görerek mirasçısı olduğu bir geçmişi ve mensubu olduğu milleti bütünüyle bir nefret objesi haline getirme tavrı sağlıklı bir tavır olamaz. Bir tür hastalık olabilir belki.
Çünkü bu “kendine yönelik nefret söylemi”nin içeriğini oluşturan iddiaların tarihi hakikatlere uymaması bir tarafa, insanın kendi atalarıyla ilişkisi anlamında da doğal olmayan bir tutumu yansıtıyor. Biliyorsunuz, babayla ilgili sevgi-nefret duyguları aşırı noktalara ulaştığında ruh sağlığıyla ilgili ciddi bir problemin ve kişilik sorunlarının habercisi olarak görülür.
Bu bakımdan “zulüm 1453’de başladı” gibi hezeyanları olağan bir ruh halinin ve sağlıklı bir kişilik yapısının üretebileceğini varsayamayız.
Kendinizi Bizanslıların yerine koyarsanız İstanbul’un fethine zulüm demeniz mümkün tabii. Ama yalnızca “bazı Bizanslılar”ın... Zira fetihten önce Bizans ikiye bölünmüştü. Esas itibarıyla imparatorluk ailesiyle saray bürokrasisinin oluşturduğu birinci grup ayakta kalabilmek için Katolik batı dünyasının kanatları altına sığınmayı kurtuluş yolu olarak görürken diğer grup “dinden çıkmaktansa” Türklerin himayesinde yaşamayı yeğliyordu.
İşin gerçeği şu: Osmanlı tehlikesinin adım adım yaklaştığı sırada Doğu Roma İmparatoru’nun yardım çağrısına Vatikan “eğer Katolik inancına girerlerse” Avrupa’daki güçleri Bizans’ın yardımına gönderebileceğini bildirerek cevap vermişti. Oysa Ortodoks Bizanslıların gözünde Katolik inancını kabul etmek Hıristiyanlıktan çıkıp kâfir olmak demekti. Üstelik Katoliklerin dördüncü haçlı seferi sırasında ele geçirdikleri şehirdeki Ortodoks ahaliye yaptıkları zulüm hâlâ hafızalardaydı.
Diğer yandan Türkler yönettikleri topraklarda yaşayan Hıristiyan ahalinin hem dini ve sosyal yaşayışlarını hem de can ve mal emniyetlerini koruma altına alan bir anlayışa ve bu doğrultuda bir siyasi sisteme sahiplerdi. Dolayısıyla Bizans ahalisinin önemli bir bölümü “Latin külahı yerine Türk sarığı görmeyi” tercih etmekte haksız değillerdi.
Ancak imparatorun artık böyle bir tercihte bulunması söz konusu değildi. Ahalinin canına, malına, dinine, kültürüne bir zarar gelmeyebilirdi ama kendi hükümranlığının ortadan kalkacağı belliydi. Bu yüzden Vatikan’ın “dinlerin birleştirilmesi” çağrısını kabul etti. Ayasofya’da anlaşma gereği Katolik ayini yapılmaya başlandı. Halk ise artık kirlendiğini düşündükleri büyük kiliseye yönelik boykot başlattı. Yani camiye dönüştürülmesinden daha birkaç ay öncesinde Ortodoks cemaat Ayasofya’dan elini ayağını çekmişti.
Fetihle ilgili kroniklerde çok net bilgiler yer almasa da 1453’deki kuşatmada Bizans halkının bütünüyle İmparatorun yanında şehrin savunulmasına katıldığını düşünmemek gerektiğine dair ipuçları var. Hatta son aşamada fethin kolaylaştırılması doğrultusunda içeriden yardımın gerçekleştiğini düşünen tarihçiler de var.
Ama İstanbul’un fethine kadarki süre boyunca Rumeli’de gerçekleşen fütuhatın yalnızca askeri güce dayalı olmadığını, fethedilen şehirlerin birçoğunda ahalinin Osmanlıları bizzat davet ettiğini aşağı yukarı bütün tarihçiler ifade ediyor.
Aslında bunda şaşılacak bir durum da yok. Doğu Roma’nın sadece politik değil sosyo-ekonomik sisteminin de çöktüğü, işlemez hale geldiği bir dönemde iyi işleyen bir sosyoekonomik sistem vaat eden yeni bir siyasi otoritenin zuhurundan bahsediyoruz çünkü. Daha açık söyleyelim: Yönettiği toplumun açlığına ve yoksulluğuna çare bulamayan, can ve mal emniyeti sağlayamayan bir devletin karşısında bütün bunları çözebilen yeni bir devlet, yani günün ihtiyaçlarına cevap verebilen yeni bir sosyal ve iktisadi sistem var.
Eski Bizans ahalisi bakımından tek mesele bu yeni yöneticilerin kendi dinlerinden olmamasıydı. Bunun da o kadar fazla dert edilmediği anlaşılıyor.
Dolayısıyla ahalinin Osmanlı fütuhatına direnmediği ve hatta çoğu zaman buna müzahir olduğu vakıa. Ne var ki İstanbul’da olduğu gibi daha önce fethedilen şehirlerde de mevcut siyasi otoritenin yeni bir siyasi otoriteye yerini bırakmaya sıcak bakması söz konu değildi. Dolayısıyla fetihlerde askeri gücün hiç kullanılmadığını söylemek saçma olur. Önemli olan halkın çoğunluğunun eski iktidar sahipleriyle yenileri arasındaki mücadeleye nasıl yaklaştığını tespit etmek olmalıdır.
Büyük tarihçi Braudel’in de işaret ettiği gibi, girdiği yerde beş yüz sene kalabilen, beş yüz sene sonra oradan ayrılırken de insanları ilk günkü kimlik özellikleri ve iktisadi pozisyonları korunmuş halde bırakan bir sistem oradaki insanlar tarafından hüsnükabul görmeseydi bunca uzun ömürlü olamazdı.
Bu bakımdan Osmanlı fetihleri ne Atilla’nın, ne Cengiz’in işgal seferlerine benzer. Benzetecekseniz Roma İmparatorluğunun bütün Akdeniz havzasını kapsayan yayılmasına benzetin. Roma Barışı adı verilen sistem yüzlerce yıl ayakta kalabilmişse bunun sadece askeri vasıtalarla gerçekleşmiş olamayacağını kabul edin.
Keza İslam’ın ilk asırlarındaki fütuhat da askeri işgal olmanın çok ötesinde bir misyonun hayata geçirilmesi anlamına geliyor ki İslam kültürü bugün hâlâ bütün o fethedilen topraklarda temel kimlik unsuru olarak yaşıyor.
Demek ki yeni bir medeniyetin değerlerini yaymak anlamındaki fetih hareketlerini etkileri sabun köpüğü gibi kısa süreli olan askeri işgallerden ayrı tutmak lazım.
Bilmiyorum, “zulüm 1453’te başladı” diyenler işin bu taraflarını hiç düşünmüşler midir?