Önce Rize ve Artvin'de yoğun yağışla birlikte meydana gelen seller, hemen ardından Ege ve Akdeniz'de 10 binlerce hektar ormanlık alanın yok olmasıyla neticelen yangınlar ve daha yangınlar bitmeden Kastamonu, Bartın ve Sinop'ta alışılmış afetleri dahi unutturacak şiddetteki sel felaketi.
Yanardağ patlaması ve tsunami hariç afetin her türlüsünü yaşamış bir ülkeyiz. Gerçi şehrin tamamının sular altında kaldığı bu sel felaketinin tsunamiden pek de farkı kalmadı.
Türkiye aynı zamanda canlı fay hatları üzerinde bir ülke. Zaman zaman yaşanan depremlerin yol açtığı yıkımları da çok acı tecrübe ettik.
Şu bir gerçek; doğal afetlerin verdiği zarar insanoğlunun doğa ile kurduğu ilişkiye göre çok ya da az olabiliyor. Deprem, depremliğini yapıyor ama sen evleri sağlam yapmadıysan depremin yapacağından fazlasını sen kendine yapmış oluyorsun.
1999 depremi bunu bize çok acı şekilde öğretti. Deniz kumundan yapılmış duvarlar, yeterli miktarda demir kullanılmadan dikilen kolonlar yüzünden binalar binlerce kişiye mezar oldu. Üstüne üstlük deprem olduktan sonra bölgeye, vatandaşının yardımına koşabilecek bir devletimizin de olmadığını öğrendik bu vesileyle.
Ne yapıldıysa o süreçte sivil toplum örgütleri marifetiyle yapıldı.
Sonrasında binaların depreme uygun yapılması için belli kanunlar çıkartıldı, şartnameler hazırlandı. Ve bina stokundaki değişimle birlikte bu alanda ciddi bir iyileşmeye yaşandı. Kamu binalarının önemli bir kısmı ya yenilendi ya da depreme dayanıklı hale getirildi.
Afetler bir türlü değil ki; yangını var, seli, heyelanı var.
Sadece Doğu Karadeniz'de yaşandığını düşündüğümüz büyük sel ve taşkınların en şiddetlisinin de şiddetlisi Kastamonu, Bartın ve Sinop'ta yaşandı.
Normal şartlarda bir yılda yağan yağmur iki günde yağdı. Metrekareye 48 saatte 420 kilo yağış düştü.
Yol açtığı sel ve tahribat da o ölçüde fazla oldu.
Ve son tahlilde bir kez daha gördük ki dere yatakları ne kadar geniş kanallar ile ıslah edilirse edilsin şehir inşa etmek için uygun yerler değil.
Ne yazık ki Anadolu'da ortasından kanal geçen yani dere yatağına kurulmuş pek çok şehrimiz var. Kastamonu şehir merkezi de bunlardan biri. Ya da çok güzel bir Anadolu şehri olan Amasya...
Dere yatağına şehir kurmak yeni bir alışkanlık değil bizim için. Akarsu kenarlarını mesken tutmak biraz da atalarımızdan miras.
Afetler birbirini izliyor ancak şükür ki devlet 20 yıl öncesinin acizliğinde değil.
Muhalefet yangınlar sırasında "Neden uçağımız yok?" yalanına sarılmış olsa da oradan ekmek yiyemedi. Devlet, eski günlerle değil bugün ve bizden çok daha güçlü ekonomilere sahip ülkelerle kıyaslandığında dahi örnek bir donanım, koordinasyon ve fedakarlıkla yangınların üstesinden gelmeyi başardı.
Aynı şey sel felaketi için de geçerli. Bakanların tamamı sahada. Hele birkaç bakanımız var ki uzun zamandır çizme ile yaşıyorlar. Onları bir süre daha takım elbiseli görmeyeceğiz. Cumhurbaşkanı desen üzerinden gün geçmeden afet bölgesine koşuyor ve devletin en tepesi olarak malına zarar gelen tüm vatandaşların zararının telafi edileceği sözünü veriyor.
İneği, arısı, tarlası, ekini zarar neyi varsa aynıyla yardım sözü veriyor.
Aynı şey sel için de geçerli.
Müzmin muhalifler de şunu çok iyi biliyor ki; felaket anlarında bu ülkeyi düzlüğe çıkartacak adanmışlık ve irade ancak Tayyip Erdoğan ve Ak Parti kadrolarında var.
Kılıçdaroğlu'nun şu günlerde iyi ki iktidarda biz değiliz dediğine bahse girerim.