“Bırakmamış ki taş üstünde taş, Kuduz Canavar!
Yol uğratıp da bu sahrâdan önce geçmişsen;
Görür müsün bakalım bir nişâne geçmişden?
Ne olmuş onca mefâhir? Ne olmuş onca diyâr?
Nasıl da bitmiş o saymakla bitmeyen âsâr!
Bir ınkılâb ile, yâ Râb, nasıl harâb olmuş?
Ki çırpınıp duruyor her taşında bin başkuş!”
Orhan Veli’nin “Erenköyü’nde Bahar” isimli Hicaz sirtosundan...
Bu hârikulâde ebedî sohbetden ben de uzak kalayım istemedim.
“Kemâl” ile “Ekmel” şiir vâdîsinde kılıç tokuştururken benim de bir nebze katkım olsun...
Bu arada Ekmel Bey bizlere evvelsi akşam televizyonda enfes bir şiir ziyâfeti çekdiği için kendisine hassaten minnetdâr olduğumu da burada bir kere daha vurgulamak isterim.
Eline tutuşdurulan kâğıda yumularak “Ce, cen, ce-ce-cenn...” filan diye bir şeyler şeyetdi. Gerçi ne söylemek istediği pek anlaşılamadı ama bizler yine de karîneyle çıkartdık.
Hoş bir şeydi, şiir...di sanıyorum...
Hazır açılmışken:
Kemâl ve Ekmel, belki biliyorsunuz, aynı kökdendir. Ekmel Kemâl’in komparatifi olır; yâni Kemâl olgun demek, Ekmel ise daha olgun anlamına geliyor.
Buy’run bur’dan yakın!
El Ekmel ise süperlatif; yâni en olgun demek oluyor.
Ekmelettin (Ekmelü-d-Dîn) dînin en olgunu...
Ben bunları îzâh edeyim ki sonra 10 Ağustos’da ‘Yok, efendim, bilmiyorduk, etmiyorduk.’ diyerekden kimse yamukluk etmesin!
Tabii bâzıları ismin karakterle alâkası malâkası yokdur diyebilirler.
Olabilir.
Olabilir ama Latincede bunun aksini iddia eden bir atasözü de var:
“Nomen est omen!” (İsim alâmetdir!)
Rahmetli Peder bana ikide bir ‘Oğlum, sululuk etme; biraz da ciddî olmayı dene!’ diye akıl öğretirdi.
E, o zaman bana neden “Yağmur” adını koymuş, Kardeşim?
Mâmâfih onun sözünü tutsaydım bugün hayatda belki de çok daha iyi bir mevkıye gelebilir, ne bileyim, bir gazetede köşe yazarı bile olabilirdim.
Her şeyin başı kısmet...
Fazla kafayı takmamak lâzım...
Benim asıl kafayı takdığım soru, Türkiye’nin 11Ağustos sabahından îtibâren izleyeceği dış politika rotası.
Rota, mâlûm, mühim... Rotası olmayan gemi hiçbir limana varamaz, demişler.
Önümüzdeki günler ve haftalarda âcil dış politika sorunlarının başında Filistin’de sergilenen nâmussuzluklar ve insanlık suçları olacağına nazaran Ankara bu bağlamda neler yapmak isteyebilir ve neler yapabilir?
Bir kere hayallere kapılmayarak askerî bir opsiyonun sözkonusu olamayacağını aklımızda tutalım!
Bu elbet Filistinli mücâhidlere silah ve mühimmat sağlama konusunda çok etki olabileceğimiz gerçeğini ortadan kaldırmaz. Nitekim bunun bâzı işâretleri yok değil.
Eğer öyle olmasaydı Filistinlilerin bu sefer, sâdece donanım yönünden değil, fakat askerî yetenekler yönünden de eskiye kıyasla çok daha başarılı olması vâkıası îzâh edilemezdi.
Demek Türkiye, yakın geçmişde personel eğitimi alanında da pek boş oturmamış.
Buna muvâzî olarak uluslar arası her arenada İsrâil’den diplomatik yollarla hesab sormak da fevkalâde etkili bir metod olabilir.
Çünki şurası apâşikâre ki Filistin için aslında ne Mısır ne S. Arabistan ne diğer Arab ülkeleri ve ne de İran kıllarını kıpırdatmaya niyetliler.
Tam aksine, bu kanlı “oyun”un devâmından kendi kısa vâdeli ve gayrı-ahlâkî çıkarları için meded umanlar dahî var.
Orada kan dökülmeye devâm edilsin ki kendi kahrolası “önemleri” azalmasın!
Hani, var ya, “arabulucu” (!) olarak! Bu manzara karşısında barış ve istikrârı te’sîs görevi bir kere daha, bölgenin 950 yıllık “Nöbetçi Âmiri” olan Türkiye’ye düşüyor.
Zâten başka kime düşecekdi ki?
Bunun nasıl olabileceği yolundaki muhtemel adımları ise, dilerseniz bir sonraki yazıya
İnceleyebiliriz.
Programımıza Orhan Veli ile başladık; yine ondan bir serenad ile bitirelim:
“Qur’ân ayak altında sürünsün mü, İlâhî?
Âyâtının üstünde yürünsün mü, İlâhî?
Çöksün mü nihâyet yıkılıp koskoca bir dîn?
Çektirme, İlâhî, bu kadar zilleti!
- Âmîn!”