Aslına bakarsanız, savaş sonrasında gelen kuşak, yüzyılın herhangi bir diğer dönemiyle kıyaslandığında en iyi ekonomik büyümeyi (ve en hızlı verimlilik artışını) gördü. Ama işler böyle yürüyor.
Demek Mitt Romney’in eski ortaklarından biri yeni kitabında muhtemelen Romney’in de inandığı bir fikri savunuyor: Zenginlere zengin oldukları için minnettar olmalıyız. Çünkü, gördüğünüz üzere, servetlerinin hepsini Taj Mahal emsali konutlar inşa ettirmeye harcamıyorlar, birazıyla da yeni buluşlara ve fikirlere yatırım yapıyorlar. “Vatandaşların çoğu tüketicidir, yatırımcı değil”; “İstenmeyen Sonuçlar: Size Ekonomiye Dair Söylenen Her Şey Neden Yanlış” adlı yakında çıkacak kitabın yazarı New York Times dergisi köşecisi Adam Davidson’a böyle demiş ve eklemiş: “Tüketiciye yatırımdan gelen faydanın farkında değiller.”
Bu, aslında zenginlerin son savunma argümanı dahilinde bir kırılma anlamına geliyor. Şu ana dek esas söylemleri inisiyatife ihtiyaç duyduklarına dairdi: İstihdam yaratıcıları, sonsuz servet havucunu önlerinde sallamadığımız sürece işlerini yapmayacaklardı.
Buna dair söylenecek çok şey var ama herhalde listenin başlarında tarih konusunda ne kadar cahil olmaları gerektiği gelir. Bu iddianın azcık yüzeysel geçerliliği olabilirdi; eğer Amerika’nın abartılan plütokratları geçmişte (ellili ve altmışlı yıllar, en üst gelir düzeyindeki % 0.01 bugünküne denk gelen gelirin yaklaşık beşte birini elde ederken) ekonomik durgunluk ve fikir ile buluşların azlığını temsil etmeselerdi. Aslına bakarsanız, savaş sonrasında gelen kuşak, yüzyılın herhangi bir diğer dönemiyle kıyaslandığında en iyi ekonomik büyümeyi (ve en hızlı verimlilik artışını) gördü. Ama işler böyle yürüyor. Eğer sağcılar siyasi güç elde etmeye devam ederlerse yakında yönetimin babadan oğula geçmesi prensibinin geri dönüşünü de göreceğiz.
Romney 11 Milyon Kişiye Yeni İstihdam Yaratma Sözü Veriyor. Peki, aslında tam olarak öyle demiyor. Ancak, 4 Mayıs günü açıklanan son istihdam raporunun ardından her ay 500 bin yeni istihdama ihtiyaç duyduğumuzu (neredeyse hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir hedef) ve işsizlik oranının da % 4 olması gerektiğini (enflasyonu azdırmadan erişebileceğimiz oran konusunda yapılan en düşük tahminin de altında) söyledi. Ama bu adam ekonomiden anlıyordu, öyle değil mi? Romney’in vaadi tamamen Bush dönemi ekonomi politikalarına dönmek olduğuna göre, Başkan George W. Bush’un Beyaz Saray’da geçirdiği ilk yedi yılda yaratılan istihdam rakamları neydi acaba (ki o en iyi dönemi, son yıldaki felaketi katmıyoruz)? İstihdam İstatistikleri Ofisi’nin resmi rakamlarına göre ayda ortalama .... sıkı durun... 66 bin.
Arka plan: ZENGiNLER
Eşitsizliği tartışmak
Amerikalı mültimilyoner Edward Conard’ın Temmuz ayında yeni bir kitabı çıkıyor: “İstenmeyen Sonuçlar: Size Ekonomiye Dair Söylenen Her Şey Neden Yanlış”. İddiası şu ki, ABD’de yükselen ekonomik eşitsizlik kapitalist sistemin işlemekte olduğunun basit bir göstergesinden ibaret.
Mitt Romney’in Bain Capital’da çalıştığı dönemde iş arkadaşı olan Conard, son zamanlarda verdiği röportajlarda risk alan yatırımcıların karları ne kadar yüksek olursa o kadar çok yeni buluşa ve fikre fon sağlayacaklarını söylüyor. Ve bu buluşlar herkesin yararına olacak; tıpkı Silikon Vadisi girişimcilerinin bir yandan milyarlarca dolar kazanırken bir yandan da bilgisayarları tüketiciye daha düşük fiyatlarla sunmaları gibi.
New York Times dergisine konuya dair bir makale yazan Adam Davidson, “Conard’ın vardığı sonuca göre, yatırımcının kazandığı her 1 dolar, topluma 20 dolarlık bir değer olarak etki ediyor” dedi. Conard’ı eleştirenlere göre ise, fikirleri gerçekçi değil. Forbes yorumcusu Peter Cohan, eğer Conard ekonomik eşitsizliğin hakikaten yararlı olduğu sonucuna varacaksa “neden ABD tarihinde ekonomik eşitsizliğin zirve yaptığı iki dönem olan 1928 ve 2007 son yüzyıldaki en kötü ekonomik çöküşlerin habercisi oldu, bunu açıklasa fena olmaz” diye yazdı.
New York Times internet sitesine bir makale yazan Ekonomist Nancy Folbre ise “son küresel mali kriz gösterdi ki, risk almanın ödüllerini artırmak bunun tehlikelerini saklamanın veya başkalarına yansıtmanın cazibesini artırıyor” yorumunda bulundu.
Güney Amerika’da gerçeği, kurgudan ayırmak
Yakın zaman önce Arjantin’de bulunan Matt Yglesias, Slate için yazdığı köşe yazılarında ülkenin bir peso-bir dolar diye özetlenebilecek “konvertibilite yasasından” çıktıktan sonra tecrübe ettiği iyileşmeden alınacak dersleri yazmış. Onun da dediği gibi, ortada etkileyici bir başarı hikayesi var ve Euro bölgesi için dersler içeriyor olması da tartışılabilir. “Temerrüt ve devalüasyon pek hoş bir ikili değil. Bir arada ülkenin bankacılık sistemini yok ettiler ve bir çok Arjantinli’nin birikimleri uçtu gitti. Ama işe yardı. Arjantin müteakip yıllarda hızla büyüdü ve işsizlik oranı %6,7 oranında sabitlendi; bizim ABD’de imrendiğimiz bir oran.” Yglesias 1 Mayıs tarihli yazısında böyle yazmış.
Buna bir eklemem olacak: Arjantin’e dair basında çıkan haberler konvansiyonel aklın nasıl temel gerçeklere ulaşmayı imkansız kılabileceğinin bir diğer örneği. İrlanda’nın durumunun iyileştiğine dair haberler okuyoruz ki, ortada iyileşme falan yok. Ama olması lazım, çünkü “doğru” politikaları izlediler. Ne yapalım, biz de o zaman iyileşme var diye haber yazarız, ne yapalım yani?
Bunun tam aksine, Arjantin’e dair yazılan haberlerin neredeyse tamamı olumsuz bir dildeydi: sorumsuzlar, bazı endüstrileri tekrar devletleştiriyorlar, söylemleri popülist. Madem öyle durumları çok kötü olmalı. Bu sayfada da gördüğümüz verileri boş ver gitsin o zaman. Yanlış anlama olmasın, Brezilya’nın iyi yönetildiğini ve durumunun iyi olduğunu düşünüyorum. Peki, o zaman neden Brezilya etkileyici bir B.R.I.C. (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) ülkesi de Arjantin hep hor görülüyor? Nedenini biliyoruz aslında ve bu neden ekonomi gazeteciliğinin durumu konusunda bize iyi şeyler söylemiyor.
Kitaplarım satsın diye nelere katlanıyorum. Geçenlerde Bloomberg kanalında Ron Paul ile adına tartışma denen bir şey yaptık (bloomberg.com/video adresinden izlenebilir). Paul ve müttefiklerinin var olmadığını iddia ettikleri kontrolsüz enflasyonu konuşabileceğimizi düşünüyordum. Ama yok, o (eğer doğru anladıysam) para biriminin değerini düşürme ve fiyat kontrolü politikalarının Roma İmparatorluğu’nu yıktığını konuşmakta ısrarlıydı. Ben de ona İmparator Diocletian’ın ekonomi politikalarının bir savunucusu olmadığımı söyledim. Aslına bakarsanız, uzak geçmişte bir yerlerde olduğu varsayılan olaylara referans vermek ekonomide altın standardına dönmeye meraklı kanat arasında oldukça yaygın. Bu da aslında çok şeyi açıklıyor.
Demek istediğim, ekonomi analizi için tarih vazgeçilmezdir. Misal, Arjantin’in konvertibilite yasasının başarısızlığını, Şansölye Brüning’in Almanya’da altın standardına bağlılığını ve pek çok diğer vakayı bilmeniz gerekir. Ancak, Paul gibi insanlar nedense elimizde üzerine sağlam veriler bulunan geçmiş yüzyıldan değil de, ne olup bittiğini tam bilemediğimiz tarihin karanlık zamanlarından konuşmak isterler. Bence bu bir tesadüf değildir. Kısmen kendi kendini yetiştirmiş birinin nadir bilgiler içeren kültürüyle övünme çabasıdır ancak temelde aslında orada ne olduğunu bilmediğimiz için tercih edilir.
Kim bilir Diocletian döneminde gerçekten neler olmuştu? Bu sayede yetersiz verilere dayanarak ne olmuş olması gerektiğine dair fikrinizi öne sürebilir ve neye inanmak istiyorsanız o yönde zaferinizi ilan edebilirsiniz. Bir açıdan bakarsanız durum epey komik ama bu düşünce tarzının iki büyük siyasi partimizden birinde baskın tutum olduğunu düşününce o kadar da komik değil.
Arka plan: Arjantin
Arjantin dersleri
Arjantin’de tam istihdam var ve ekonomi küresel ekonomik durgunluğa karşın yüksek bir büyüme oranı gösteriyor ancak bunlara rağmen hükümeti alışılmadık ekonomi politikaları izliyor diye eleştiriye maruz kaldı.
Başkan Cristina Fernandez’in bu ayın başlarında ülkenin en büyük petrol şirketini devletleştirme kararı dünya çapında uzmanlar ve iş çevrelerinde olumsuz yankı buldu. Arjantin hükumeti , 4 Mayıs günü onaylanan planla Y.P.F.’nin çoğunluk hisselerini İspanyol hissedar Repsol’dan geri aldı (petrol şirketi doksanlı yıllarda özelleştirilmişti).
Financial Times muhabiri John Paul Rathbone’ın analizine göre, Fernandez’in bu kararı Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri ve Meksika ile diplomatik ilişkilerin dondurulup Arjantin’in tecrit edilmesi sonucunu doğurabilir.
Rathbone’un kararın açıklanmasından kısa süre sonra 17 Nisan günü internette yayınlanan makalesinde Başkan Fernandez’in birkaç gün önce yapılan Amerikalar Zirvesi’nden erken ayrılmasının başlıca sebebinin Arjantin’in Falkland Adaları üzerinde iddia ettiği hak talebine destek bulamaması olduğu belirtiliyor. Rathbone,”Arjantin’in G20’den atılması gerektiği yönünde homurdanmalar vardı. Fernandez intikamını Buenos Aries’te aldı” diye yazmış.
Gelgelelim, Slate köşe yazarı Matthew Yglesias kaleme aldığı bir dizi yazıda, Arjantin tecrübesiyle (“şüpheli enerji politikaları” hariç) Euro bölgesinde zor günler yaşayan İspanya gibi devletlere verebileceği değerli dersler olduğunu öne sürdü. Yglesias, yazılarında Arjantin’in doksanlı yıllarda bir “konvertibilite yasası” çıkartarak Arjantin peso’su ve doların kur farkını sabitlediğini anlattı. Ülkenin borçları 2001’de ödendikten sonra bu uygulamadan vazgeçildi.
Yglesias’ın ifadesiyle, ülkenin bankacılık sistemi göçtü ama “Arjantin mallarının birdenbire ucuzladığını gören yabancılar sayesinde ihracat ve turizm yükseldi. İşte tasarruf dediğin böyle işlemelidir. Toplumun daha az tüketir ama daha çok üretir.”
>>YAZARIN İNGİLİZCE YAZISI İÇİN TIKLAYINIZ...