Cumhurbaşkanı Erdoğan dün, günübirlik bir ziyaret için gitti Azerbaycan topraklarına.
1921'den beri Azerbaycan'a bağlı olan Nahcivan Özerk Cumhuriyeti'nde İlham Aliyev ile Iğdır-Nahçıvan Doğalgaz Boru Hattı'nın temelini attı iki Cumhurbaşkanı. Anlaşmalar imzaladılar. Zengezur koridorunun açılacağı kapıları biraz daha araladılar.
İki stratejik ortak olarak Şuşa Beyannamesinin gereğini yapıyorlar kuşkusuz ama devletler arası hukuku, siyasi- ticari iş birliğini aşan ve her işi güzelleştiren bir gönül ortaklığı olduğu da açık değil mi?
Birbirlerine "gardaşım" deyişlerinden resmi toplantılara, karşılamalardan basın toplantılarına kadar kamuoyuna yansıyan her karede "tek millet, iki devlet" olmanın liderler nezdindeki samimiyeti görünmüyor mu sizce de?
Arkalarında birbirine gönülden bağlı bir millet var sonuçta.
Yası, duası, kıvancı bir olan bir millet...
Üç yıl önce Karabağ işgalden kurtarılırken Türkiye halkı 44 gün boyunca nasıl nefesini tutup dualar ettiyse, 6 Şubat depreminde de aynı acıyı yası yaşadı Azerbaycan halkı.
Erdoğan'ın dün hatırlattığı gibi; deprem olur olmaz arabasının içine üstüne arkasına yatak yorgan neyi varsa yükleyip yetişme telaşıyla tam gaz yollara düşen o Azerbaycanlıdan öte kardeş mi olur?
Gönül bağından değil gönül dağından bahsetmek lazım belki de "iki devlet, tek millet" için. Birbirlerinin arkasında dağ gibi durdukları için.
ERDOĞAN'IN VEFASI
Erdoğan uluslararası zirveler, devletlerarası görüşmeler arasında mekik dokurken, devlet işlerini yaparken, son derece önemli, nesillere etki edecek denli stratejik anlaşmalara imza atarken vefalı davranmayı da ihmal etmiyor.
Ne milli takım karşılaşmalarını kaçırıyor ne ödül alanları. Vefat doğum düğün gibi hayatın olağan akışındaki gelişmelere de yetişiyor, kaybettiğimiz kıymetlerin anmalarına da. Gidemezse arıyor, arayamazsa sosyal medyadan paylaşıyor.
Dün de "bozkırın tezenesi" Neşet Ertaş'ı hasretle andı sosyal medyada. Benim aklıma da Neşet Baba'nın ardından yazdığım yazıyı düştü. Bu vesileyle rahmetle anmak istedim.
GÖNÜL DAĞI'NIN ZİRVESİ NEŞET ERTAŞ İÇİN
Onu ilk kez 2004'te Harbiye Açıkhava'da canlı dinleme imkanı bulduğumda "adı çıkmış bir Neşet Ertaş hayranı"ydım zaten ama o ufak tefek, kara kavruk adamın sahnede, gözümüzün önünde bunca büyüyüp devleşeceğini ben bile beklemiyordum.
Sahne son derece mütevaziydi. Kalabalık orkestraların sığdığı, dans gruplarının cirit attığı koskoca sahnenin ortasına bir sandalye bir mikrofon konulmuş, sandalyeye bir ışık düşürülmüştü. Üstad geldi, seyirciyi selamladı, oturdu, akordunu yaptı ve başladı sazın böğrüne böğrüne vurmaya. Konser boyu tek başına çaldı söyledi, sazıyla bir oldu, teriyle yoğruldu, ara zamanı geldiğinde seyirciden "göyneğini değiştirmek için" izin istedi.
Sanatı gibi icra edebini de babası Muharrem Ertaş'tan öğrenmişti.
Bozkırın has evladıydı. Bozlaklarındaki feryadı, toprağın anonim feryadıydı ama kendisinin, ailesinin yahut benzerlerinin itilmişliğinin acısını, kırgınlığını, isyanını da haykırmadığını söyleyebilir miyiz? "Zenginsen ya bey derler ya paşa / Fukaraysan abdal derler ya cingan haşa" derken, aslında ne dediğini hala anlamayan var mıdır aramızda?
Babasıyla köy köy gezip düğünlerde saz çalıp türkü söylemiş, emeğinin karşılığı olarak "ücret" değil yıllarca "bahşiş" almış biriydi o. Bunun ağırlığını ömür boyu taşıdı ama onun türküleriyle çok satıp ona "telif" ödemeyenler bunun utancını hiç yaşamadı.
Ezilmişliği, itilmişliği, yoksulluğu yaşarken de, yıllar sonra para ve şöhret kazanmış, hürmet görmüş biri olarak hayatını anlatırken de yaşadıklarından "sosyal bilinç" falan çıkarmadı. Sanatını sözünü ismini bildik siyasete bulaştırmadı. Ama siyasetsiz de değildi. Onun siyaseti "insan"a dairdi. Muhafazakârı liberali, ulusalcısı demokratı, dindarı dinsizi, Alevi'si Sünni'si Türk'ü Kürt'ü bugün ardından birlikte ağlıyorsa, işte bundandı.
O "Gönül Dağı"ndan ses verdikçe en katı kalpleri bile titretti, çok yıldızlı hayatların yaldızları bir bir döküldü, çokbilmiş pek çok entelektüelin, kasıntı ideolojilerin ışığı söndü, okunup altı çizilmiş yüzlerce kitap çöpe döndü.
Tezenesi ne zaman değse sazının tellerine, yüreğimize bir bıçak, fikrimize bir hakikat sokuldu. Kaderin sırrına erdik, kederin asaletini sezdik sandık. Bazen var olmanın bazen sevdiğince sevilmemenin düş kırıklığını onunla aşmayı denedik. "Evvelim sen oldun ahirim sen" demekteki derinliği onunla bildik.
"Kalpten kalbe bir yol" olduğunu öğrendik ondan, "urun urun kaş altından" bakmanın ne menem bir şey olduğunu. Ve toprağın, bu toprağın çocuğu olduğumuzu... Çamur sıvalı basma perdeli odalarda süren hayatların bizim de hayatlarımız olduğunu. "Şu oğlan şu kıza yanmış" dediklerinde o sevdanın biraz da bize ait olduğunu.
Üzerimizde hakkın var Muharrem oğlu Neşet. Helal eyle. Bizden yana helaldir.
Ciğerimizi delen türküler söyledin ve gittin. Allah rahmet eylesin.