Türkiye’nin çevresi adeta yıkılıp yeniden yapılıyor: Sovyetler Birliği yıkıldı, yerine daha küçük bir Rusya ortaya çıktı ve Rusya’da yeniden yapılanma hâlâ devam ediyor. Petrol ve doğalgaz sayesinde düştüğü yerden kalkan Rusya hem bölgede hem de dünyada daha güçlü bir rol arıyor.
Balkanlar ve Kafkasya’da ise ciddi revizyonlar oldu. Yugoslavya dağıldı, Sırbistan daha da küçüldü. Savaşlar ve soykırım sona ermiş gibi görünse de Balkanlar’da değişimin hâlâ sona ermediği açık. Kafkaslar’da da durum aynı, hatta daha sancılı. Gürcistan 3 parçaya ayrıldı, savaş tehlikesi hâlâ kapıda. Azerbaycan-Ermenistan sorunu kanlı bir savaştan sonra buzdolabına kaldırıldı, ama sıcak bir çatışma beklentisi hiç bitmedi.
Dünyanın en istikrarlı bölgesi sayılan Avrupa Birliği bile büyük bir çöküş ve belirsizliğin eşiğinde. Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi, İspanya ve Portekiz gibi devletler iflaslarını ilan etti. Sırada yeni devletlerin olduğu söyleniyor. AB ülkelerinde işsizlik zirve yapmış durumda. Büyüme yavaşlıyor, sosyal sorunlar ise her geçen gün artıyor. Kısacası Türkiye’nin istikrarsız bir coğrafyada çapa atmaya çalıştığı en sağlam bölgede de büyük bir yıkım ve dönüşüm başlamış durumda.
Arap Baharı
Şüphesiz istikrarsızlıkta en kötüsü Ortadoğu. Değişim ABD’nin Irak müdahaleleriyle başladı. 2003’te Irak’ın işgali sanki lambayı cininden çıkardı. Bu işgalle bölgede mezhepçilik ve etnik ayrılıkçılık kışkırtılırken, teröre uygun bir altyapı da oluştu. ‘Arap Baharı’ bu zemin üzerine geldi. Her ne kadar ‘bahar’ dense de yaşanan büyük bir yıkımdır. Eski düzen kaotik bir şekilde yıkılıyor. ABD, İsrail, İran, Türkiye ve Rusya gibi ülkeler bu yıkımı kendi doğruları yönünde etkilemeye çalışıyorlar. Ancak yıkım bir veya birkaç devletin boyunu aşacak düzeyde çok büyük ve tahripkâr.
Aslında somut veriler dikkate alındığında Arap Baharı’nın, yani halkların idareye katılmasının çok önceden, en az 1950’lerde yaşanması gerekiyordu. Ancak baraj kapakları iç ve dış güçlerce yapay olarak tutuldu ve setin gerisinde muazzam bir basınç oluştu. Şimdi kapaklar birer birer açılıyor veya kırılıyor. Kapaklar açılıyor açılmasına ama rejimler halka karşı kendilerini oldukça güçlü bir şekilde tahkim etmiş durumdalar. Bu hazırlıklar kendilerini koruyamasa da, rejim değişikliklerini çok kanlı bir hale getiriyor. Diktatörler ve krallar kendilerini koruyamayacaklarını anladıkları anda çareyi toplumu kutuplaştırmakta buluyor. Bu nedenle Irak’ta ve Suriye’de mezhepler arasındaki hatlar iyice belirginleşti, Sünni, Şii ve Alevi mahalleleri, hatta şehirleri oluşmaya başladı. Aynı şekilde Kürt, Türkmen ve Araplar arasında da etnik ayrışma hızlandı. Yaşanan bir tür dini ve etnik temizlik aslında.
Körfez’e de sıçrayacak
Sürecin kısa sürede sona ermeyeceği çok belli. Tunus, Libya ve Mısır’da bile süreç henüz tamamlanmış değil. Suriye’de her şey daha yeni başlıyor. Lübnan’ın ve Ürdün’ün karışması ve yeniden durulması kaçınılmaz. Körfez ülkelerinde ve İran’da da hareketlilik beklemek gerek. İran dalganın kendisine doğru geldiğinin farkında olduğu için Arap Baharı’nı Körfez’e ve Mezapotamya’ya yaymaya çalışıyor. İran’ın teşvikiyle Suudi Arabistan başta olmak üzere, Körfez devletlerinde yaşanacak kanlı bir iç savaşın uzak bir ihtimal olmadığı görülebiliyor. Elbette böylesine kıymetli bir bölgede yaşanacak çatışmalarda dünya devleri müdahale etmekte tereddüt etmeyeceklerdir.
Özetle dört bir yanımızda siyasi ve ekonomik yapılar çöküyor, yerlerine gelecek yeni düzen ise gecikiyor. Böylesine tehlikeli bir yeniden yapılanmanın tam ortasında Türkiye’nin yaşananlardan etkilenmeden yoluna devam edebilmesi kolay değil. Dönüşümden zarar görmeden, hatta fırsatları değerlendirerek bu süreçten çıkmayı başarabilecek bir Türkiye’nin ise ne kadar güçlü olabileceğini tahmin etmek hiç de zor değil.