Cahit Zarifoğlu... Gözünüzle tarayın anılarınızı. Gözgöze gelin dostlarınızla. Hepsi iyi insanlar olsun. Hissettirmeden, kıyaslayın. Bakın bakalım onun kadar zarif, kaç adam çıkacak?
Ben, niye onu daha çok tanımadım?
Tanıdım tanımasına. Ankara’da, Selanik Caddesi’ndeki Akabe Yayınları’na çok gittim geldim. Harika bir yerdi orası. Böyle bir oda, bir daha görülemez, dördü bir arada: Akif İnan, Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu...
Başkaları da olurdu. Alaeddin Özdenören, Nazif Gürdoğan, Sait Zarifoğlu...
Atasoy Müftüoğlu? Tabii ki o da olabilir. Bazen gelir Eskişehir’den.
Veya Anadolu’dan başka arkadaşlar... Mustafa Çelik, belki Kubilay Örten... Aah Kubilay!
Cahit Abi, girişte sağda, kapıya yakın olan masadadır.
Orada değilmiş gibi oradadır.
İlgilidir. Her şeyle ilgilidir. Oradaki her işle. Dergi paketlerinin üzerine yazılacak adresler dahil... Elinize bir kalem tutuşturup, o adresleri o zarfların üzerine yazmanızı isteyebilir. Daha tanışmadan...
Konuşur. Sorar. Belki oradaki herkesten daha çok sorar.
Yazar. Hiç şüphesiz, oradaki herkesten daha çok yazar.
Ama neden, ben, Cahit Abi’nin içinde dönüp duran dünyanın, dışında dönen dünyadan daha büyük ve daha derin olduğunu düşünüyorum?
Bunu, yüzüne baktığımda görüyorum.
Sonra şiirlerine bakınca. Ve nesirlerine.
Sizinle konuşurken gözlerine bakın; içeride, kendi içine doğru başka bir alemle de meşgul olduğunu hissedersiniz.
Ama asla, sizi ihmal ettiğini, sizi geçiştirdiğini düşünmezsiniz.
Geçiştirmezdi ki kimseyi.
Mavera’ya gönderilen hemen bütün şiirlere, bütün metinlere o bakıyordu ve hemen hepsine, hiç üşenmeden cevap veriyordu.
Milli Gazete’de, Zaman’da, uzun süre, okuyucu mektuplarına da o cevap verdi.
Ve şiir. Kimsenin yakalayamadığı bir şiiri vardı. Tamamen kendisine ait. Taklit olmayan, kimsenin taklit etmeye teşebbüs edemediği.
Kelimelerini kendisinin yaptığı... Eşyayı, yani ‘şey’leri ve ‘hal’leri, hiç alışık olmadığımız bağıntılarla gözümüzün önünde resmettiği... Ya mısralarının aralarındaki sürprizler?
Ama hiç bir şey, Dali’nin tablolarındaki gibi yamultulmuş, çarpıtılmış değil. Ne de Picasso’nunkiler kadar karikatür...
Sonra, bir ırmağın, denize ulaştığında yatışması gibi, yatıştı Cahit Abi’nin şiiri. Ama şiirdi. Şafakta, kendisini ışığın yumuşak dokunuşlarına bırakmış bir deniz gibi şiirdi.
Öyle bir şair işte. Nesirleri de şiir olan bir şair.
Ve çocuk.
Akabe Yayınları’nda tanıdığım adamlar arasında, içinde en çok çocuk olan adam, Cahit Zarifoğlu’ydu.
Bir adam düşünün, yürüyor ve peşisıra yüz tane, bin tane, yüz bin tane çocuk.
Yalnızken bile, sanki çocuklarla beraber yürürdü Cahit Zarifoğlu.
Yok, yok, çocuksu sayılmazdı. ‘Çocukların ulaşamayacağı yerlerde’ydi Cahit Abi’nin içindeki ateş. Ama, çocuğun lisanını, kendi devingen iç alemini okumakta bir vasıta olarak kullanırdı.
‘7 Güzel Adam’ın içinde bir tek o, onca çocuk kitabı yazdı.
Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, yeni eğitim öğretim yılının açılışında, Cahit Zarifoğlu’nun kitaplarını çocuklara hediye etmiş.
Ne olmuş, hediye etmişse?
Çok şey olmuş.
Bazı arkadaşlar bozulmuşlar.
Sözümona solcu arkadaşlar.
Kitaplardan birinde Sovyet işgaline karşı direnen Afganlı mücahitlerden bahsediliyormuş.
Belki de, Afganlılar, bir ‘komünist’ işgale direndiği için canları sıkıldı? Ayıptır, komünistlere karşı direnir mi insan?
Komünistler geldiği zaman, olduğun yerde uslu uslu oturacaksın.
Faşistler geldiği zaman da uslu duracaksın.
Eeee?
Eee’si yok. Dilimin ucuna çok şey geliyor da, Cahit Abi’yi bu lüzumsuz gürültülerin içine sokmamak için susuyorum.
‘Halk aşksızsa, sokaklar banka dükkanlarıyla doludur’ diyebilecek şair var mı şimdi?
‘Bağışlanmamı diliyorum’ dedi Cahit Abi ‘Acz’ini arzederken. Kaç şair yazabildi bu mısraı, Zarifoğlu gibi?
Her şeyi beklerim, o kafaların Zarifoğlu’nu anlamalarını beklemem.
Cahit Abi’ye, bir daha Rahmet diliyorum.
Ve Nabi Avcı’ya teşekkür, bu duaya vesile olduğu için.