Taksim Meydanı konusunda kopan yâhut itelene itelene koparılan fırtına, tahmîn edileceği üzere dış âlemde de yankılar uyandırdı. İki üç gündür bâzen haber programlarında ilk sırayı aldığı bile oldu. Gazetelerde de birinci sayfalara girdi. Ancak bu ara benim dikkatimi çeken husus, haber dilindeki, nasıl söylesek, “kayma” oldu diyebilirim. Bilindiği üzere mesele, tabii eğer buna gerçekden mesele demek câiz ise, Taksim Meydanı’nın, sanki o tasarlanan şekilde pek lâzımmış gibi, yeniden nasıl düzenleneceği suali üzerinde düğümleniyordu ve zâhiren hâlâ da öyle.
Fakat iki gündür yabancı medya konuyu âdetâ Başbakan Erdoğan için bir hayat memat problemi bağlamında yansıtma eğilimi gösteriyor gibi... Üstelik bunu Türkiye’nin AB’ye tam üye olup olmaması bağlamında ele alan yorumlar bile boy gösteriyor.
Eskiden bu durumlar için Fransızca-Türkçe karışımı bir “kel (quel/quelle) alâka?” lakırdısı vardı. Yâni ne münâsebet anlamına.
Eğer muhallebini yemezsen aritmetikden geçer not alamazsın gibi bir şey...
Quelle alâka?
(Meraklısına: “alâka” gramatikal olarak feminen olduğu için “quel” değil “quelle” bence! Yâni uydurmacanın bile bir yolu yordamı vardır!)
“Frankfurter Allgemeine Zeitung” gibi düzgün bir gazetede dahî “Türkiye buErdoğan’la AB’ye giremez!” meâlinde yorumlar yayınlanması benim canımı sıkıyor doğrusu.
Şimdi desek ki meselâ, benim de otuz kırk yıldır ikinci vatanım hâline gelen, Köln’deki Neumarkt adlı geniş alana bir, farz-ı muhâl, Bismarck heykeli dikilecek olsa ve bizim gazete de lafa karışıp, efendim, metro çıkışına o kadar yakın olmasın; daha geriye, Rudolphplatz tarafına dikin, dese, biraz tuhaf kaçmaz mı?
Elbet kaçar!
O zaman böyle tuhaf bir davranışa neden lüzum görülüyor sorusu kendini gösteriyor.
Sâhi niye?
Komplo teorilerine karşı fevkalâde dikkatli olmak şart ama insanın aklına gelmiyor da değil: Acabâ yarın öbür gün Kayseri İtfâiyesi’nin hortumları patlasa ondan da Erdoğan’ı mı mes’ûl tutacağız?
Eğiliniz de kulaklarınıza bir sır tevdî edeyim:
Usul usul “yandaş” nasıl olunur ben son aylarda idrâk etmeye başladım.
Şunu ifâde etmek istiyorum:
Beğendiğim tarafları çok ve oyumu da AK Parti’den yana kullanıyorum ama ben bir Erdoğan “mücâhidi” değilim. Öte yandan kendisine karşı öylesine insafsızca, öylesine körü körüne sataşmalar oluyor ki kendimi tutamıyorum.
Başka bir deyişle söze karışmam “yurddaşlık zemîni”nde cereyân ediyor. Susmayı vicdânen kendime yediremiyorum.
Benim gibi “Artık bu kadarı da fazla!” diyerek tartışmaya katılanlar yüzünden de asıl tartışmamız gereken konuları ihmâl ediyoruz.
Meselâ Türkiye’nin; NATO, AB, İslâm Ülkeleri Konferansı, ABD, Rusya ve Doğu Türk Cumhûriyetleri ile müstakbel ilişkilerinin hangi çerçevelerde devâm edeceği gibi konuları yeterince ele aldığımız söylenemez.
Haksız mıyım?
Oysa bütün bu bahsetdiğim alanlar ve daha niceleri, bizi beklemiyor.
Ama belki de amaç enerjimizi başka ve lüzumsuz yerlerde harcamamız.
Unutmayalım ki bizim bu “meclisler”de bulunmayışımız diğer ilgili devletleri, meselâ Rusya’yı, İran’ı, Yunanistan’ı, Mısır’ı hattâ Çin’i ziyâdesiyle memnun ediyor.
Ve zaman da gitgide daralıyor!
“Şiir” devrinden çıkıp “Şuur” devrine girmemizin zamânı hâlâ gelmedi mi?