Ankara’da dış politikanın hareketli koridorlarında ne olup bittiğini elbette hepimiz merak ediyoruz. Ancak herkesin merakının aynı düzeyde ve yönde olmadığı da malum.
Birileri var ki, adeta Türk dış politikası duvara toslasın ve hamleleri boşa çıksın diye gece gündüz el ovuşturuyor. Onların sesini şu sıralarda daha sık ve daha yüksek tonda duymaya başladık. Tuhaf bir koro bu. Aralarında Baas zihniyetini arsızca savunanlar var. Hatta kendisini kaybedip zulmü alkışlayanlar bile çıkıyor. Hezeyan bulaşıcı olsa gerek; kendisine eşlik edecek birilerini de buluyorlar ekranlarda ya da gazete köşelerinde.
Türkiye’nin Suriye politikasını eleştirmek, yetersiz bulmak, yanlış bulmak, varsa öneri getirmek; bunların hepsi çok sağlıklı yaklaşımlar, mutlaka her zeminde dile getirilmeli. Ama birileri, sadece Suriye’de yaşanan katliama gerekçe bulmak ve meşrulaştırmak için dış politika eleştirisine soyunuyorsa, orada farklı bir niyetin olduğu çok açık.
Bundan kötüsü var. Zira bu hezeyanlar, boşlukta filan gezmiyor. Bu tür algıların, yaklaşımların ve tepkilerin, devlet içindeki karşılığını asla gözden kaçırmamak gerekiyor. Bugün Suriye’de olup biteni anlamamızı güçleştiren, aynı zamanda manevra alanımızı daraltan asıl sorun, Türkiye’de hatırı sayılır bir kesimin hala Soğuk Savaş’tan gelen alışkanlıklarını sürdürme ya da mevcut değişim taleplerini kontrol altında tutma çabasıdır.
Aman Esad gitmesin!
Suriye’deki olaylar başladığında, uzun yıllar Türk dış politikasında önemli roller oynayan, şimdilerde emekli bir büyükelçinin, ‘Suriye’deki rejimin mutlaka devam etmesi lazım, çünkü laik bir yapısı vardır, modern bir rejimdir’ değerlendirmesini dinleyince şaşırıp kalmıştım. Sonradan fark ettim ki, içimizdeki Baas damarı/canavarı sanıldığından çok daha güçlü. Adının Baas olması gerekmiyor; bu, Türkiye’ye uzun yıllar hükmeden bir anlayış. Aynı zamanda darbelerin, gayrı meşru güç odaklarının beslendiği ana kaynak.
Tüm bunlar ne yazık ki CHP’yle sınırlı değil. Neredeyse devletin tüm kuramlarına sirayet etmiş, partilerin hemen çoğunda bir şekilde kendisine yer bulan bir zihin dünyasından bahsediyorum. İşte bunların oluşturduğu atmosferde birtakım adamlar çıkıp katliam savunması yapabiliyor. Bunların teşvikiyle dün Kanlı Pazar’a vesile olan kışkırtıcılar, bugün mezhep çatışmasından medet umacak kadar zavallı hale gelebiliyor.
Halkını zalimce yöneten her türlü anlayışı, adı ister cumhuriyet, ister krallık, isterse emirlik olsun kınamadıkça yol almak mümkün değil.
Asıl sorun insan gücü
Türkiye’nin Suriye’ye gösterdiği ilgiyi, uluslararası sistemin tetikçiliği olarak okumak, bu ülkeye, değerlerine, tarihine ve gelecek tasavvuruna açık bir saygısızlık. Falan ülkenin, filan güç merkezinin Suriye’de var olmasını, Esad’a destek vermesini yahut başka bir hedef peşinde koşmasını peşinen meşru sayan zihniyet; söz konusu Türkiye olunca, bambaşka bir çehreye bürünüyor.
Yaşadığımız ülkenin sıkıntısı, Gazze’ye, Irak’a, Suriye’ye yahut Libya’ya daha fazla ilgi göstermesi değil, aksine bunları yapmakta geç kalması ve hamlelerini farklı araçlarla destekleyecek zenginlikten yoksun olmasıdır. Bugün, Türkiye’nin Suriye politikasının ya da benzeri adımlarının uğradığı tıkanmalar, ortaya çıkan arızalar ve yol kazaları, sadece siyasetin üzerine yüklenip kendimizi kenara çekeceğimiz hafiflikte sorunlar değildir.
Türkiye’deki entelektüel hayatın, okur yazarlarımızın bölgeye ve kendi topraklarının sahip olduğu değerlere karşı ilgisizliği hala ciddi bir sorundur. Bunları aşabilmek için neler yapacağımızı konuşmak yerine, yıllar yılı bize kan kusturan Baasçı zihniyeti çareymiş gibi savunmanın ne denli yakışıksız ve zalimce olduğu da ortadadır.