Milliyet gazetesinin yayınladığı “İmralı zabıtları” son beş gündür Türkiye’nin bir numaralı gündemi.
Yorumcuların önemli bir kısmı, bu “sızdırma”nın bir “sabotaj” olduğu kanısında ki, bence de bu ihtimal güçlü.
Ancak, bana sorarsanız, “sabotaj”ı etkisizleştirmenin en iyi yöntemi, sanki ortada büyük bir skandal varmış havasını dağıtmak.
Çünkü ortada hiç bir skandal yok. Her yazılanı doğru farz etsek bile, sonuçta Abdullah Öcalan’ın kendi şartları, dünya görüşü ve ruh hali açından gayet anlaşılır olan mesaj ve manipülasyonları var sadece.
Manipülasyonlar
Mesela, zabıtlardaki kritik bir vurgu, Öcalan’ın, “AKP’yi 10 yıldır ayakta tutan benim... AKP’ye iktidarı altın tepside sunduk” gibi sözleri.
Öcalan, bunlarla kalmıyor, dahası bir de AK Parti’nin istediği “başkanlık sistemine” destek veriyor. Yani, tek kelimeyle, iktidara göz kırpıyor.
Bu da son derece normal. Çünkü Öcalan, söylediği her şeyin hükümet tarafından kelime kelime izlendiğini biliyor kuşkusuz. Dolayısıyla, kendi mantığı içinde, oraya mesaj gönderiyor. (Bunu yaparken aba altından sopa göstermeyi de unutmuyor: “Çekildiğimiz alanda gerillayı daha da büyüteceğiz” deyip, “50 bin kişiyle halk savaşı” tehdidi savuruyor.)
Öcalan, tutuklandığı 1999 yılında da böyle yapmış, dönemin iktidarı olan 28 Şubat rejimine sıcak mesajlar göndermişti. O zaman da “Bağımsız Kürdistan” yerine “Demokratik Cumhuriyet”i savunmuş, PKK’ya da Türkiye’den çıkma talimatı vermişti.
O zaman 28 Şubat rejimine gık çıkarmayanlar, bugün AK Parti’ye saldırıyor, “terör örgütüyle işbirliği yapıyorsunuz” diye.
Oysa, Öcalan’ın hükümete kendince mesaj vermesi ayrı bir şey, hükümetin bunları nasıl değerlendirdiği apayrı bir şeydir.
Muhalefetin Öcalan’ın sözleri üzerinden hükümete yüklenmesi ise, ucuz ve boş bir fırsatçılıktır. Aynen, BDP’lilerin taşıdığı “Türkiye hapishanelerindeki tutsaklar” sözü üzerine, BDP’den değil de AK Parti’den hesap sormalarında olduğu gibi.
Özünde, gerek muhalefetin, gerekse hepimizin şunu anlaması gerekiyor:
PKK terörü “müzakere” ile bitecekse (ki başka yolu yok), örgüt bu süreçte devletin diliyle değil elbette kendi diliyle konuşacak. Kendi üyelerine elbette “terörist” demeyecek de “gerilla” diyecek. Abdullah Öcalan’ı, elbette, “bebek katili bölücübaşı” diye değil, “Kürt halk önderi” diye anacak.
Dahası, hem Öcalan hem de PKK, bu süreci kendilerince yorumlayacaklar. Türk tarafındaki şahinleri kınayacak, kendi komplo teorilerine oturtacaklar. Ne bunları benimsemek, ne de bunlara kızıp masayı devirmek gerek.
Komplolar
Sözünü ettiğim komplo kurgulayıcılığı, İmralı zabıtlarındaki en baskın unsurlardan biri.
PKK lideri öyle bir tablo çiziyor ki, kendisi “barış ve demokrasi” mücadelesi verirken, tüm dünya kendisine karşı komplo kuruyor: ABD, Kontrgerilla, Brüksel, Yahudi lobisi, Ermeni lobisi, Rum lobisi, derin devlet, vs...
Öcalan bir de Fethullah Gülen hareketini hedef alıyor. ABD’ye ve “Kontrgerilla”ya bağlayıp detaylar veriyor: Harekete yakın bilinen gazeteciler Florida’da, Utah’da eğitim görmüşmüş, filan. Oturduğu yerden, kapalı hücresinden nasıl olup da dünyanın öteki ucunu biliyorsa...
Bana sorarsanız, bunlar da Öcalan’ın manipülasyonları. Zaten bu tip totaliter liderlerin adetidir: Kimsenin görmediği müthiş komplolardan söz eder ve böylece olağanüstü bir akıl ve sezgi sahibi oldukları izlenimini verirler.
Bence, tüm bunları bir kenara koymak ve Öcalan’ın şu anda “barış”tan yana olduğu gerçeğine odaklanmak lazım.
Bu, iyi haber. Gerisi ise kuru gürültü ve boş laf...