Ne yazık ki toplumlar acılar karşısında birleşiyor, sevinçler karşısında değil. Soma’da yüzlerce kişinin evine ateş düşerken, bizlerin de yüreği dağlanıyor. 1090 lira aylık alan bir işçinin yaşamını nasıl kaybettiğini, ailesinin neler hissettiğini düşünüyoruz.
Dünya’nın her yerinden başsağlığı mesajları geliyor. İsrail’den Yunanistan’a, ABD’den Rusya’ya kadar çok sayıda devlet yardım teklifinde bulunuyor. Almanya’da kömür işçilerinin kurduğu bir spor kulübü, yardım kampanyası başlatıyor. Haitili bir profesör, hiç tanımadığım halde, bana mesaj gönderip yapabileceği bir şey olup olmadığını soruyor.
Bizim kendimiz için yapamadıklarımız bir tarafta dururken, bu tür bir ilgiyle karşılaşmak içimizi ne kadar rahatlatabilir ki?
İş kazalarında sık sık ancak az sayıda işçi hayatını kaybettiğinden, iç ve dış kamuoyunun dikkatinin yoğunlaşmasına yol açmıyordu olanlar. Ne yazık ki, dehşete düşmemiz için ölü sayısının çok olması, yakın dönemin dünya rekorunun kırılması gerekiyormuş. Ne yazık ki, üst üste birikmiş bir dizi sorunun kapağının açılması için bu türden acıların yaşanması gerekiyormuş.
Bu vahim olay, bir dizi sorunun yeniden sorulmasına neden oldu. Taşeronluk sistemi, maden işletmeciliği, güvenlik sistemleri, işletmelerin çalışma yöntemleri, işçilerin bağlı oldukları sendikalar tek tek tartışmaya açıldı. Ele alınan her konu, bize sistem ve denetim konularının Türkiye’de sorunlu olduğunu bir kez daha gösterdi.
Bir dizi sistem gelişmiş standartlara göre kurulmamış; denetimler de bu eşiği düşük kriterlere göre düzenlenmiş. Denetim eşiği yukarı çekilince sistem bozuluyor, sistem değiştirilince denetim ona uygun hale getirilemiyor. Hal böyle olunca da, yaşanan acılara dair soruların yöneltildiği yerler hep aynı oluyor.
Karar alıcıların bu tür olaylarda siyasi sorumluluğu üstlenmeleri, soruların kendilerine yöneltilmesi doğal. Zira toplum vicdanı, bu facianın sorumlularını karşısında görme ihtiyacında ve bunu yapabilecek olanın da siyasi irade olduğunu biliyor. Ancak bir de sivil toplum var. Madenlerdeki çalışma koşullarını ve sorunları kamuoyu gündemine taşıma becerisi, birçok ülkedeki ölümlü kazaların önüne geçen önlemlerin alınmasını sağlamıştı.
Denebilir ki, defalarca muhalefet tarafından meclis gündemine getirildi, ancak iktidar tarafından dikkate alınmadı.
Tam bu noktada belki de başka bir soru daha sormak gerekiyor. Bu konuyu meclis gündemine getirenler, çözümün buradan çıkacağını umarak mı bunu yapmışlardı, bilmek kolay değil. Kaç yaşamsal konu meclis soruşturmalarıyla sonlanıp toplum vicdanına değen kararlara dönüştü? Hemen her konuda yasa yapımını geciktirecek, bloke edecek çabalar varsa, meseleye iktidara iş yaptırmama üzerinden yaklaşılıyorsa, sonucun böyle olması kaçınılmaz.
Bir dizi olayda amacın üzüm yemek olduğu, bağcı dövmek olmadığı hissettirilebilseydi toplumsal duyarlılık artabilir, karar alıcıların dikkatini çekmek mümkün olabilirdi; gelişmiş ülkelerde böyle yapılıyor. Bizler konuyu diri tutsaydık, sorunları gündeme taşısaydık, memleketi kurtarma aşkıyla yüksek politikaları tartışan televizyon programları yapmak yerine insan öykülerini ele alsaydık, muhtemelen önlemler alınmasına katkı sağlayabilirdik. Dolayısıyla sorumluluk hepimizde.
İnsana dair her konuya büyük siyasi anlamlar yüklediğimizde, saflaşmalara konu ettiğimizde, her insanlık dramını bir siyasi rant konusu sandığımızda benzer olayların yaşanması kaçınılmaz. Oysa çözümün geçtiği yol açık ve şifre bir işçinin sözlerinde gizli:
‘botlarımı çıkarayım mı, sedye kirlenmesin.’