Toplum hayâtında nihâî çözümler yokdur.
Belirli bir zaman dilimi içinde yararlı ve etkili olan bir çözüm şekli, şartların değişmesiyle meseleyi hattâ daha da içinden çıkılmaz hâle getirebilir.
Meselâ sert ve baskıcı usullerle yönetilen bir ülkede yöneticiler, değişen dünyâ şartlarının zorlamasıyla demokratik bir hükûmet şekline geçmeyi uygun görebilir ve bunu emir-komuta zinciri içinde geçekleştirebilirler. Tabii yukarıdan verilen emirlerle gerçekleştirilen demokratik rejim ne dereceye kadar bu ada lâyıkdır ayrıca tartışılabilir ama bu hareketlenme devâm ederek sâhici demokratik bir rejimin yolunu da açabilir.
Türkiye’de 1945’den sonra olan işte budur.
Bu bağlamda bizim demokratikleşme mâcerâmızı, bütün aksaklıklarına rağmen, bir başarı hikâyesi olarak değerlendirmek doğru olur.
O bakımdan bugün artık bu ülkede târihî gidişi tersine çevirmek boş bir hayâlden ibâretdir.
Kendilerine “Kemalist, aydın, çağdaş” gibi yaldızlı sıfatları münâsib gören üniformalı yâhut üniformasız zümreler arasında hâlâ “eski güzel günler”in hasretiyle yanıp tutuşanlar bulunması bu vâkıayı değiştiremez!
Yeter ki teyakkuz elden bırakılmasın ve vesâyetçilerin ilk fırsatda o sindikleri sütrelerden fırlayarak ateşe başlayabilecekleri ihtimâli gözden uzak tutulmasın!
Zâten yurddaşlarımızın yaklaşık dörtde birini oluşturan bu bölüm de tamâmen, ne hikmetse, kendini bu memleketin efendisi addeden vesâyetçi tâifesinden ibâret değildir.
Aralarında çoğulcu demokrasiye gerçekden inanan, ama karşı tarafın samîmiyetinden şübhe edenlerin de hatırı sayılır bir yekûn tutduğunu tahmîn ediyorum.
Tanzîmat’dan beri iki tarafın mütemâdiyen birbirine yabancılaşmasından ileri gelen bir durum bu.
Kısacası benim bugünki konum geçmişde olanlardan ziyâde yakın gelecekde olması gerekenler.
Kanaatimce hâlen Türkiye’nin karâra bağlaması gereken en önemli hususlardan biri Avrupa Birliği ile arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlenmesidir.
Ben başından beri bu ilişkilerin son derece sıkı olması gereğini savundum. Sebebi, AB’nin, ilk adıyla AET’nin, demokratikleşme sürecimize inanılmaz ölçüde katkı sağlamasıydı.
Türkiye tam anlamıyla bir çoğulcu demokratik bir hukuk devleti düzenine geçmek için gerekli iç dinamiklere maalesef sâhib değildi. Pek de övünülecek bir şey değil ama bir vâkıa!
Tam üyelik perspektifi Türkiye’ye bu yönde müdhiş bir ivme kazandırdı.
Ekonomik avantajlar pek de bir ağırlık taşımıyordu, çünki onlar zâten mükemmelen işliyordu. Hele Gümrük Birliği Anlaşması’ndan sonra!
Peki, bugün Türkiye AB’ye tam üyelik hedefinden vazgeçse ne olur?
Öyle sanıyorum ki Türk Halkı bunu 25 yıl önceki umursamazlıkla karşılamaz ama reform çabaları yine de ağır hasar görür. Çünki vesâyet rejimi dediğimiz Allâhın belâsı sistemi kökünden değiştirmek için henüz esaslı hiçbir adım atılmış değil!
Birkaç general ve birkaç yargıcı püskürtmekle esâsı değiştirmiyor, sâdece kısa bir zaman kazanıyorsunuz.
O yasalar orada durdukça ilk fırsatda kendilerine karşı ve en gaddarca bir tarzda kullanılacağını bilmiyor olamazlar!
Bu iş yüzde 50’yle de olmazsa yüzde kaç lâzım acabâ?