Başa dönmeyelim. Nerede hata yapıldı, nasıl yapılsaydı yaşananlar olmazdı demenin zamanı değil. Olayın bu noktaya gelmemesi sağlanabilir miydi; özellikle dünyadaki etkileri önlenebilir miydi? Evet ama o eşik geçildi. “Önleyici hekimlik” konusunda yeterli tecrübe sahibi olunmadığı bir kez daha görüldü.
Bununla birlikte başa dönmemek demek, yapılanların analiz edilmemesini veya üstünün örtülmesini gerektirmiyor. Sahici ya da gerçek olması durumu değiştirmez, her sosyal ve siyasal hadise enine boyuna incelenmeye, dersler çıkarmaya değerdir. Kemalist-laik blokla olağan gerilim hali yaşayan ve bir müddet daha yaşayacağı belli olan iktidarın bunu siyasetin tabiatı gereği yapmak mecburiyeti de vardır. AK Parti iktidarının gücü ve pırıltısı, onun politik analize değer vermesinden ve demokratik hamlelere yatkınlığından geliyor. Bu sürecin verdiği dersleri de gecikmeden çıkaracaklardır.
Ne var ki an itibariyle, sürecin aldığı şekil, giderek sertleşen güç oyunu ve küresel kampanya boyutu en az ders kadar öncelikli ve ertelenemez bir hal almıştır.
Gezi Parkı, muhafazakar elitlerin şekillendirdiği askeri ve yargısal vesayetsiz Yeni Türkiye ile Kemalist şablona sadık Eski Türkiye’nin ilk ciddi karşılaşmasıdır.
2007 ve 2010’da da Yeni Türkiye’ye giden yolda Cumhuriyet mitingleri aracılığıyla benzer bir karşılaşma yaşanmıştı.
Bu tür karşılaşmalar ve siyasal gerilim süreçleri tabiidir. Türkiye, değişimini, yenilenmesini ve siyasal güç dağılımındaki adaleti demokrasi yoluyla yaptığı için; darbe ve vesayete müracaat etmediği için gayet tabii ki tepki de demokrasinin ayrılmaz bir parçası olacaktır. (Taksim’de sergilenen sahnelerin yarıdan fazlası bu tanıma uymasa da...)
Eski Türkiye elitleri, 10 yıldır her kritik anda ve her seçim öncesinde “gitti gidiyor” gözüyle baktıkları iktidarın gitmek şöyle dursun derinleşmekte olduğunu gördüler. Üstüne bir de Erdoğan’ın liderlik kapasitesinin güçlenmesi ve gelecek 10 yılı planlama imkanına kavuşması umutsuzluk yarattı. Taksim’de alana yansıyan öfke böyle birikti.
Mesele park veya ağaç değildi. Meselenin içinde, hükümetin Ergenekon, Balyoz, andıç gibi davalarla darbe geleneğinden hesap sorması var, 28 Şubat davası var, dış politikadaki çeşitlilik arayışları var, din eğitimine fırsat eşitliği tanınması var ve muhafazakar kitlelerin tek tipçi prangalardan kurtularak hayata akışları var. Mesela, Kürt meselesinde çözüme karşı tahammülsüzlük; yani “Dindarlar yetmedi, başımıza bir de Kürtler mi çıkacak” kaygısı da var. Gezi Parkı bunları açıkça ifade edemediği ve Yeni Türkiye’de bunları ifade etmenin ahlaki meşruiyeti kalmadığı için tepkiler Tayyip Erdoğan’ın şahsında sembolleştirildi.
Ama, Erdoğan’ın üslubundan şikayet edenlerin üslubu görüldü. Kendi hayat tarzlarından kaygı duyanların başkalarının hayatına ne kadar saygılı oldukları anlaşıldı. Dahası, tanınmak isteyenlerin kendileri gibi olmayanları tanımakta ne kadar cimri oldukları da malum oldu.
Taha Özhan çok güzel ifade ediyor:
“12 yıldan beri AK Parti’ye AKP demekte ısrar edenler, tanınmak istiyor ve haysiyet mücadelesinden söz ediyor. Ne garip!”
Her şeye rağmen “içeride” durum yatışacaktır. Türkiye bu kaçınılmaz karşılaşmanın üstesinden gelecektir. Şimdi asıl problem, Gezi Parkı’nı bulunmaz bir anti-Türkiye ve anti-Erdoğan kampanyası fırsatına çeviren küresel oyuncuların dengelenmesidir.
Zira, sadece içerideki Kemalistlerin değil, öteden beri Türkiye’ye öfke biriktiren uluslararası unsurların da öfkesi patladı. Patlamaya da devam ediyor. Bu patlama nasıl içeride toplumsal ve siyasal dengeleri zehirliyorsa, dışarıda da zehirliyor ve diplomasi ve ekonomiye darbe indirme potansiyeli içeriyor.
Erdoğan madem bu sürece karşı mukavemetini yerli güç odaklarını kuşatarak gösteriyor, dışarıya da en azından halkla ilişkiler enerjisi sarfetmek zorundadır.
Tekrarlayalım... Taksim Meydanı’ndaki polis otosundan alevler yükselmese CNN, 8 saat yayında kalmayacaktı. CNN, 8 saat yayında kalmasa Taksim Meydanı kendiliğinden dağılmış olacaktı.