Yunanlı sinemacılar yıllardır mali sorunlardan mustariptir. Henüz kriz patlak vermeden önce de devlet yardımının yetersizliği nedeniyle protestolar düzenlediler. Sendikaya bağlı sinemacılardan oluşan “Sisteki Sinemacılar” grubu yeni sinema yasası talebinde bulundu. Bu protestolar Selanik Film Festivali kapsamındaki ulusal yarışmaya Kültür Bakanlığı tarafından verilen resmi ödülleri boykot etmek için katılmamaya kadar vardı. O sırada kimse ABD’deki bankacılık tsunamisinin Ege kıyılarına vuracağını tahmin edemezdi.
Yaratıcılığın ve girişimciliğin parayla bire bir ilintisi yok. Para çok gerekli elbette ama çok parayla iyi film yapılsa en yüksek bütçeli yapımların çoğu alay konusu olmazdı! Yunanistan ortak akıl ve ortak yapımlarla kendine beklenmedik bir açılım yaptı ve şu an adı konmamış bir hareket başlattı. Birlikte üreten Athina Rachel Tsangari, Yorgos Lanthimos, Filippos Tsitsos, Babis Makridis gibi sanat alemine entegre olmuş auteurlerin birbiri ardına yaptığı ve uluslararası alanda önemli başarılar kaydeden filmlerle bir anda Yunan sineması dikkatle izlenen bir yapıya büründü.
Bu yıl ne uluslararası film festivallerinde ne Selanik’te adı geçen yönetmenlerin yeni filmleri yok. Tsangari’nin Kassel Documenta’da gösterilen kısa metrajlı bir filmi var ki o da çok çarpıcı ve yaratıcı. Oyuncularından biri de ödüllü kısa filmleriyle tanıdığımız Deniz Gamze Ergüven. Fakat ilk uzun metrajlı filmleriyle umut veren yeni yönetmenler var! “To agori troi to fagito tou pouliou / Boy Eating the Bird’s Food” ile Ektoras Ligizos önemli bir çalışmaya imza attı. Atina sokaklarında kanaryasıyla aç biilaç dolaşan 23 yaşındaki bir delikanlının onurunu koruma çabası fonunda kriz dönemi Yunanistanının çarpıcı bir manzarasını çiziyor.
***
Henüz içinden geçilen bir dönem üzerine film üretmek kolay değil. Marcus Markou “Papadopoulos & Sons”da krizde tüm servetini yitiren, lükse alışık bir bankerin ailesiyle birlikte bir miktar hisse sahibi olduğu, ağabeyinin işlettiği balık ve patates hazır yemek restoranına sığınmasını anlatıyor. Para aradan çıkınca insan ilişkilerinin bir bocalamadan sonra daha da yakınlaştığı iyimser varsayımı üzerine kurulu bir film bu... Ünlü oyuncu George Corraface’ın rol aldığı filmin önümüzdeki hafta AB üyelerine bir gösterimi yapılacak. Bu gösterimle bakalım Yunanistan’ı borçları yüzünden “Hasta Adam”a çevirip Düyun-u Umumiye kurmaya çalışan “ekonomisi taş gibi” Avrupa devletlerinin taş kalpleri de yumuşayacak mı?
Krizden sinemanın payına düşen bir ilginç sonuç da gelecek korkusu oldu. Selanik’te izlediğimiz filmler arasında dört tane fütüristik distopya vardı! Dördü de geleneksel (ve çok pahalıya mal olan) bilimkurgu yerine deneysel yaklaşımları tercih ediyor: Kendine The Boy adını veren ünlü yönetmenin Pandelis Voulgaris’in oğlu Alexandros Voulgaris’in “Higita”, Manolis Damianakis’in “Kame Koummando”, Savvas Katirtizidis’in “Kitrini Poli / Sarı Şehir”, Manos Cizek’in “Red City” (Kırmızı Şehir anlamında, orijinal adı da İngilizce). Bu filmlerin sinemasal anlamda doyurucu bir düzeyi yakaladığını söylemek zor ama savaş, hastalık, mutasyon, siyasi bölünme, totaliter rejim, yozlaşma, sapkınlık, vb. türlü felaketle yaşanmaz hale gelmiş bir gelecek betimlemeleri ortak noktalarıydı.
Yunan sinemasında gelenek olduğu üzre mitolojiye ve tragedyalara da göndermeler yapan; epik metinler üzerine görüntüyü bol miktarda görsel efektle işleyerek içinde yaşadığımızdan farklı, kabus gibi bir dünya tasavvur eden bu filmler, belki de krizin insan ruhunda açtığı yaraların dışavurumudur. Bu filmler için sinemasal açıdan olumlu birer cümle kurmakta zorlansam da toplumsal açıdan birer gösterge olarak dikkat çekici oldukları için görmezlikten gelmek mümkün değil. Fakat Yunan sinemasının krizle imtihanından çıkabilmesi için dışarıdaki dünyaya ülke gerçekliğini daha çıplak gösteren filmlere de ihtiyaç var.