Kuşkusuz benim Şangay planından ya da benzeri gizli kararlardan haberim yok. Anlaşılan o ki dünya dengelerinin ‘diğer’ tarafında Suriye konusu, bizdekinden çok daha soğukkanlı biçimde ele alınıp gelecek senaryoları yazılıyor. Ama kendi payıma tüm bunları bilmeden de Suriye’nin yoluna tek parça olarak devam edemeyeceğini söyleyenlerdenim. Tıpkı Irak’ta, daha önce Lübnan’da, daha sonra kimbilir nerede olduğu/olacağı gibi.
Dahası olup bitenin seyrine bakarak, Rusya’nın Suriye’ye adeta gövdesini koyarak yaptığı savunmanın, gerçekte Beşar Esad’ı korumak olmadığını da öngörmüştüm. Adına ister Yemen modeli, isterseniz başka bir şey deyin; hesaplar ‘eline kan bulaşmamış bir Esad üzerine’ kuruluydu. Hızla oraya doğru gidiyor zaten.
Bizim açımızdan asıl sorun, ortaya çıkacak bu ‘yeni’ coğrafyada Türkiye’nin durumu/konumu ve gelecek tasavvurunun ne olduğu. Kendi içinde yıllar yılı terör ve daha geniş ölçekte Kürt sorunu üzerinden beka endişesi ve bölünme korkularıyla yoğrulmuş bir ülkenin, böyle bir tablo karşısında paniğe kapılmasını doğal kabul etmek mümkün. Ama bununla yola devam edebilir miyiz, işte orada büyük sorunlarımız var.
Bu korkular sadece kamuoyunda tartışılan günü birlik başlıklardan ibaret olsa, aşılması da kolay olurdu. Lakin daha önce ele aldığımız gibi Türkiye’de yıllar yılı kendi konumunu ve gücünü koruma pahasına korkular üreten ve bunlar etrafında ipleri elinde tutan ‘derin’ bir yapı var. Bundan kötüsü ise şu. Bu derin yapı bir ‘derinlik’ sahibi filan değil, basit bir çete aslında. Bir gelecek tasavvuru yok, büyük güçlerin gölgesinde durumu idare etme alışkanlığını bırakmıyor. Kafasını kaldırıp etrafına bakmayalı o kadar uzun zaman olmuş ki, deyim yerindeyse basireti bağlanmış durumda.
Suriye’nin kuzeyindeki gelişmelerin Ankara’da yarattığı panik havasını bir kez daha hatırlayalım. Sanki o bölgede ilk kez Kürtler ortaya çıkıyormuş, PYD bu sabah kurulmuş ve örgütlenmiş gibi davranan; bu coğrafyada hesabı olan herkesin bir şekilde ‘Kürt kartı’nı elinde bulundurma çabasından habersiz bir telaş ve korku hakimdi.
Memleketimizde Suriye konusunun ne düzeyde ele alındığı malum. Bir yanda kendisini Baas’ın doğal uzantısı kabul eden bir zihniyet. Bunun paralelinde Beşar Esad’ın varlığını neredeyse kendi varlığı sayan ulusalcı, Kemalist ve bir parça İslamcı tuhaf ittifak. Diğer yanda Arap baharı üzerinden kendisine misyon biçen, yıllar yılı yöntem ve meşruiyet tartışmalarını varlık sebebi sayıp, şimdilerde hedefe götüren her yol meşru sayıp kendilerini ‘ateşli devrimciler’ diye yutturan bir başka anlayış.
Ne Suriye konusunda, ne paralelinde gündeme gelen İran hakkında, mevcut tezleri, tartışmaları, duruşları, tarafları ya da tavır alışları umursamadan gördüğümü ve anladığımı aktarmaya çalışıyorum.
Yıllar yılı bu camiada kendisini dış politika uzmanı diye takdim edip, şimdilerde savaş kışkırtıcılığına soyunan zevatı, ne cevap vermeye, ne de muhatap almaya değer buluyorum. Şükürler olsun ki Türkiye’yi yöneten kadro, bugüne kadar herkesin elinde oyuncak olan Şii-Sünni tuzağına/batağına düşmemeye her şeyden öte dikkat ediyor. Bu konuda gerçekten ciddi ve kapsamlı bir bakış açısı için, İbrahim Kalın’ın STAR Açık Görüş’te bu hafta kaleme aldığı ‘Türkiye mezhepçi bir dış politika mı izliyor’ makalesine dikkat çekmek istiyorum.
Endişem, Türkiye’nin yakın gelecekte ortaya çıkacak hızlı gelişmeler karşısında Suriye örneğinde olduğu savrulmalar yaşaması. Ne hamaset dolu anlayışların girdabına, ne uluslararası sistemin dayatmalarına, ne Acem oyunlarına aldırış etmeden; Ankara’yı merkeze alan, ama bunu yaparken de omurgalı duruş sergileyen ve değerleriyle barışık bir yol aramaktan başka çaremiz yok.