Bugün eskilerin “tesâvi-i leyl ü nehar” diye andıkları gece ve gündüz eşitliği târihi ki yılda bir de 20 Eylül günleri olmak üzete iki kere vukû bulur. Aralarındaki fark, 21 Martlardan îtibâren günlerin gecelerden tedrîcen daha uzun olmaya başlamaları, yâni aydınlığın karanlığa galebe çalma sürecine girilmesi, öbüründe ise aksinin cereyân etmesidir. Eğer neş’eli biriyseniz bugünden sonra sevinmeğe, yok eğer bir gamlı baykuşsanız 20 Eylüllerden başlayarak ellerinizi uğuşturmaya başlayabilirsiniz. Fakat sevinirken aşırıya kaçmamak için de Hilmi Yavuz’un “hüzün ki en çok yaraşandır bize.”
mısrâ-ı bercestesini gayrımuayyen aralıklarla mırıldanabilirsiniz. Üstad gerçi belki de “yaraşandır” değil “yakışandır” demişdir ama bu bence fürûatdır. Siz fürûâta değil esâsâta bakınız,
Muhterem Qârîlerim!
Bu vesîleyle, artık o hangi vesîle ise, Emre Aköz Birâderimizin de bir römarkına beyân-ı îtirazda bulunmakdan kendimi alamayacağım.
Diyor ki meâlen; ABD, bütün demokrasi ve insan hakları kavramlarını dümdüz etmiş bir Suûdî rejimine ses çıkarmazken Ankara’ya aynı hususlarda eleştiri yağdırıyor.
Evet ama, Azîzim, S. Arabistan NATO üyesi değil ve üstelik AB’ye alınmak için de yırtınmıyor. Orada hırsızlık edenin elini kesip kadınlara kaçamak göz atanın da gözünü oyuyorlar! Bildiğim kadarıyla ABD bunlara da sesini çıkarmıyor.
N’est-ce pas?
Mâdem bu günümüzü sağa sola fırça atmak gibi hayırlı bir meşgaleye tahsîs etdik, OHAL’de, pardon, o halde bu vâdîde kalalım:
Bir dîger refîqımiz de Başbakan Erdoğan’ın “yüzde 90 oy alsa bile” artık ülkeyi yönetemeyeceğini söylemiş. Bunu neye dayanarak istihrâc etdiğini anlayamadım. Ağleb-i ihtimâl masaya dayanarak...
Fakat, atalarımızın buyurdukları üzere, el insâfü nısfü-d-dîn, yâniyâ insaf dînin yarısı!
Ulan, önce sayı saymayı öğren, diyeceğim ama bu biraz nezâketsizlik olar. Onun için şöyle demekle yetineyim:
Yüzde doksanı rüyâsında görse ödü patlayarak uyanır ama farz-ı muhâl o teveccühe mazhar-osman olsa bu ülkeyi Kemâl Kılıçdaroğlu bilem yönetir.
Tabii nasıl yönetir ayrı hikâye ama yönetir!
Bir de hazır açılmışken Türk Matbuâtı’nın yüzakı ve zor günlerin muhkem kalesi Cengiz Çandar Hocamızın bir teşbih san’ati şâheserinden bahsedelim:
Tebliğ buyurmuş ki Başbakan Erdoğan “yokuş aşağı koşar adım ilerleyen” birine benziyormuş. Yâni diyesi ki nihâyetinde paldır-küldür bir hendeğe yuvarlanıp bir iki kere titredikden sonra ağzından beyaz bir köpük gelecek ve oracıkda katılıp kalacak.
Niyet okumak gibi olmasın ama muhtemelen cenâzesinin de orada kalıp kurda kuşa yem olacağını tahayyül ediyordur.
Neûzü b’İllâhi ve inâyetihî...
Eh, senaryoculukda benim de bir mikdar behrem olduğuna nazaran bu taslağı biraz genişletebiliriz:
Erdoğan herhalde o yokuşun tepesinde dünyâya gelmedi. Bir sebebden ötürü başka yerlerden gelerek binbir zahmetle o yokuşu tırmanıp zirveye ulaşdı.
Zirvede ne yapılır?
Bir süre aşağıdaki manzarayı seyredip belki de oraya gizlice ufak bir AKP flaması bırakdıkdan sonra dönüş yolunu tutdu ve yokuş aşağı inerken elinde olmaksızın hızlanıp koşar adıma geçdi.
İyi de dibinde ille de sivri uçlu kayalarla dolu bir hendek olduğu ne mâlûm?
Ya aşağıda nazlı nazlı akan geniş bir nehir ve onun kıyısına bağlı bir tekne varsa?
Ya Erdoğan aşağıya gümleyip orasını burasını kıracağı, hattâ canını kaybedeceği yerde o tekneye atladığınnan, akıntının da yardımıyla nehrin ağzına varıp oradan da açık denizlere doğru yol almaya başlarsa ve sizler de aval aval arkasından bakakalırsanız?
Ne demiş Orhan Veli?
“Aval aval bakakalırım giden geminin ardından.
Serde erkeklik var ağlayamam!”
Bunlar dalıma basa basa beni zorla Erdoğan muhibbi yapacaklar...
Hani derler ya akılsız dost akıllı düşmandan beterdir diye; bunun aksi de doğru:
“Akılsız düşman akıllı dostdan bile yararlı!”