İletişimciler, biraz büyük resim, biraz ondan, biraz bundan derken, hayata azıcık muzır, azıcık farkında, bir tutam da dedektif gibi detayların dehlizinde kulaç atarız. Önemli olan zihinsel otobanları farklı yollardan geçirebilmek, artırabilmek. Atlatabilmek kolay olmuyor haliyle... Vitrine konulan ürüne bakmak, o ürünle temas etmek, ilişki kurmaktan öte ve ziyade, gösterilenin, sunulanın, anlatılmakta olanın içeriğine, iç dünyasına, gösterilmeyenine, görülmeyenine, gösterilmek istenmeyene, hatta kime/neye hizmet ettiğine daha çok önem veririz. İletişimin farklı sınırlarında dolaşmak insana bu özelliği ister istemez katıyor. Katlanmak durumundasınız.
Dil dile ne demiş beğenirsiniz?
Aslında bu yazının devamında muhatapları ister istemez, denilenleri ve dile gelenleri pek beğenmeyecek ya, olsun, film vizyona girmeden fragman da önemli... Dil dile ne demiş, dil dile ne yapmış biliyor musunuz? Açtırma kutuyu bak... Açarsan ne olur? Peki, açayım o zaman, bak ne olur. Demedi deme. Demiş ki dil dile, ‘ben ne çınar gibi adamlar, ne koca koca devletler, ne kültürler ve medeniyetler devirdim’. Sen kimsin?
Geçen hafta uluslararası bir kongredeydim, güzel lisanın bir zamanlar en güzel şekilde konuşulduğu İstanbul’da... Bir oturum dikkatimi çekti. İpuçlarını takip ederek, o salonda buldum kendimi. Oturum başkanı da, konuşmacılar da Türk. Hani 3000 yıllık medeniyetin bugünkü modern temsilcileri. Dinleyicilerden sadece bir tanesi Türkçe bilmiyor. Onun da kulağında bir kulaklık var. Anında tercüme yapılıyor, hani ‘simultane’ diyebileceğimiz. İngilizce bilmeyenler ise salonun yarısından fazlası. Bizim Türkler’in hepsi İngilizce konuştu. İlkokul küme sorusu geliyor, salondakilerden en çok biri Türkçe konuşamıyorsa ve salonun en az bir bölü ikisi İngilizce bilmiyorsa, bu salonda neler oluyor? Ben kahroldum. Dinleyicilerin bir kısmı salonu terk etti. Bir kahır daha bağrıma saplandı. O an gözlerimin önünden geçen film şeridini takip etseydim, sanırım kendimi asla bulamayacaktım. İmdadıma, o film şeridinden tanıdık şahsiyetler geçti. Nerede yabancı lisanları olduğu halde II. Abdülhamid ve Adnan Menderes’in yabancı devlet adamlarıyla Türkçe dışında bir tek kelime konuşmamaları, nerede bizimkiler. Üstelik, böyle bir salon/oturum kümelenmesinde. Ben diyeyim ucube, İngilizce konuşanlar ‘freak’ desin. Hepsi akademisyen. Kültürel entegrasyon dedim, işte bu. Bunun ırkçılıkla, aşırı milliyetçilikle, bazı gerçekleri bilmemekle filan uzaktan, yakından da alakası yok. Kültürel entegrasyon denen nanede, dil dile tahakküm kurarsa, o galip demektir. P ise Q, Q ise P. Diğeri ise hükmen mağlup. Öyle akademisyenim diye mağrur mağrur dolaşmaya gerek yok. Bu tahakküm sonunda mağlubu altına alır ve onu yok eder. Tarihte binlerce devlet kuruldu ve şimdi yerlerinde yeller esiyor. Sahi nerede onlar? Bir kısmı tarih kitaplarını süslemekten başka bir esameye sahip değil. Bazıları da gerçek medeniyet haline gelmiş. Türk Medeniyeti, Çin Medeniyeti vb... Binler yıl almış bu serüven, kadim diyebileceğimiz bir kaç isim sayabiliyoruz.
Medeniyet kuranların ve o şekilde kalanların ortak özellikleri kültürlerinden, değerlerinden özellikle de dillerinden taviz vermemiş olmalarıdır. Bunu da en iyi bilmesi gerekenler akademisyenler. O zaman neden böyle bir manzara, kendilerine sormak lazım. Bu eziklik, bu kimlik sorunu, bu kişilik bunalımı nereden kaynaklanıyor? Çok sayıda farklı gerekçeler gösterilebilir. Ben ilk aklıma geleni söyleyeyim. 12 Eylül 1980 ihtilali biliyorsunuz gece yarısı ilan edilmişti. İlandan tam yarım saat önce Amerika’nın Sesi Radyosu bir anons geçiyordu, “Bizim çocuklar Türkiye’de yönetimi ele aldı!” yönetimi ele aldı ve...
Oh no, yöksa bizim akademisyenlerde mi?
Bildiğim kadarı ile hem doktora da hem de doçentlikte yabancı dil bir baraj sorunu. Bir zamanların Boğazlar sorunu gibi bir şey bu sanırım. Bilimsel anlamda allame olsanız faydası yok. Dil barajını geçmeniz gerekiyor. Son dil sınavı sonuçları malum. Ortalama yüz üzerinden 30,46. Şimdi, ölümcül diyeyim ben, onlar ‘fatal’ desinler, Türkiye’de İngilizce dil kursu veren iki ayrı şehirdeki iki ayrı İngiliz hocaya da bu test verilmiş. Biri 28 diğeri 46 almış. 50 üzerinden değil, 100 üzerinden, yani şartlar eşit. Ve ucube durum şu ki, doçent olmak isteyenlerin 65 alması gerekiyor. Otur sıfır! 100 üzerinden. ÖSYM’deki dostlarımızın haberi var mı acaba? Bilimi bir kenara bırakıp yıllarını dil öğrenmeye adayan akademisyenlerimizin her halde beyinleri bilime değil de, dile formatlanıyor. Onlara da rüyalarında ilk önce alt yazılı, sonra orijinal İngilizce görmesi telkin ediliyor mu? Hal de böyle vuku bulunca, elbette dil bildiklerini yukarıdaki salon örneğindeki gibi, bilimsel bilgilerinin önüne geçirirler. Salon akademisyenleri diyelim mi bunlara?
Dil barajı ve boğaz sorunu. İşte bütün mesele bu mu?
YÖK’teki arkadaşlar sınav skandallarını araştırma ve önleme çabalarından, ‘büyük devletin kültürü de büyüktür ve erozyona izin vermez’ ilkesi doğrultusunda, yabancı dil sınavları sorununu halletmeye fırsat bulamamış olmalılar. YÖK, evvel akademisyenlere verdiği paraları/maaşları bir gözden geçirsin. Aldıklarını dil kurslarına verdireceğine, uluslararası standarda çıkaracak maddi kazanımları sağlasın. Boğaz olmasın sorun, beyin olsun. Onları istedikleri kitapları ve kaynaklara ulaştırmak için çaba sarf etsin. Denklik ne zaman gelecek? Yoksa Orhan Baba’nın ‘dil yarası’ şarkısını ‘cover’ encamında Bieber’dan mı icra etmesini istesek. Are you OK?
Söylemem lazım ey kari... Bu durum ‘bir olmak’,’iri olmak’ ve ‘diri olmak’ın önündeki en büyük engellerden. Ben, biz değil başkasının lisanı ile ‘ben ve biz’. Acıtıyor. Ciddi erozyon. Sel, verimli toprakları başkasının arazisine taşıyor.