Kendilerini belli bir hükümete veya iktidara karşı konumlandırarak muhalefet yürüten aydınların, ve siyasi partilerin, muhalefet ettikleri iktidarın, ‘kötülüğü ve başarısızlığı’ üzerine aşırı yoğunlaşmaları, toplumsal yaşamın temeli olan empatiyi yok eder.
Böylesi toplumlarda hayal kırıklığı artar, ‘barış korkusu’ büyür; küçümseme, ve hatta aşağılama başkalarına karşı duyulabilecek temel bir duygu haline gelir.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Diyarbakır cezaevinde yaşanan işkenceleri hatırlayarak, empati bağlamında sarf ettiği sözlere gelen tepkiler, hem Türkiye’nin içinde bulunduğu bu hali hem de empati kurma yeteneğimizin ne kadar da zayıf olduğunu bir kez daha göstermiş oldu.
Sayın Arınç’ın söylediklerinden, ‘işkence gören herkesin dağa çıkması ve isyan etmesi kaçınılmazdır’ gibi bir anlam çıkmıyordu, ama birileri bu anlamı çıkarmada gecikmedi.
Diyarbakır cezaevi elbette şiddeti tercih ederek gelişmek isteyen PKK’ ye önemli katkılar sundu. Diğer Kürt örgütleri geri çekilmek zorunda kalırken, PKK hızla büyüdü. PKK’nin güçlenmesini, devletin uyguladığı şiddete ve zulme bağlamak kısmen doğru, ama yetersizdir.
Kürtler cumhuriyetin kurulduğu yıllardan başlayarak baskı gördüler, göçe zorlandılar ve yüzlercesi darağaçlarında can verdi. Ama bütün bu zulümlerden PKK tipi bir hareket çıkmadı ve resmi tarihin isyan olarak gösterdiği başkaldırılar yenilgiye uğradı. Çünkü devlet o yıllarda dağa çıkan Kürtleri dağdan indirmeyi marifet sayıyordu. Seksenli yıllardan sonra ise dağa çıkan Kürtler’ i dağda tutmak bir devlet marifeti haline geldi.
Bir isyan hareketi, sadece devlet zulmüyle açıklanamaz.
1980’li yıllarda, Kürtler’ in dağların yolunu tutması, önemli oranda bir devlet taammüdü, yani bir devlet planlamasıdır. Bu savaşı asıl isteyen Kürtler değil, devletin kendisiydi.
Öcalan da başkaları da her nasılsa kendilerini bu konseptin içinde buldular.
O yıllarda namazında niyazında biri olduğu söylenen Öcalan, işi biraz daha ileriye vardırıp, Nurcu cemaatten arkadaşlarıyla daha sağlam ilişkiler kursa, Halfetili değil, ama bu sefer de Şırnaklı veya Hakkarili bir Öcalan nasılsa bulunurdu.
Öcalan ve arkadaşlarının, üniversite yıllarında, Kürtler ‘in ancak silahlı mücadele yoluyla kurtulabileceklerine inanmaları demokratik zemini yok etmeye yetemezdi. Nitekim silahlı mücadeleye inanan Türk gençlerinin sayısı o dönemde daha fazlaydı, ama bir Türk PKK’ si hiçbir zaman olmadı.
Dolayısıyla Ankara’da okuyan ve ilk toplantılarını Çubuk barajında yapan birkaç Kürt gencinin bir araya gelip, ‘hadi gidip şu sömürge Kürdistan’ı kurtaralım’ diyerek yola çıkmaları eğer bir devlet konseptiyle desteklenmeseydi, Kürt meselesi de Kürt toplumu da bugün bambaşka bir halde olurdu.
1980’li yıllarda, devlet, toplum, ve siyaset Kürt sorununda demokratik zeminde kalmayı başarsaydı, PKK’ ye rağmen, şiddete tanınan tolerans hem kabul edilebilir, hem mücadele edilebilir sınırlarda olurdu.
Bülent Arınç basit bir şey söylemedi aslında. Empati yaptı ve bir dönemle yüzleşmeye davet etti bizi. Ama daveti ve empatisiyle de kalakaldı.
İçimizden bazıları galiba bize barışın yolunu açacak empati duygusunun gelişmesinden ve PKK’nın kuruluş yıllarındaki devlet taamüdünün sebepleriyle yüzleşmeden korkuyor.
İçimizden bazıları galiba, bütün enerjilerini, bu hükümetin hiçbir zaman iyi bir şey yapmayacağına toplumu ve özellikle de Kürtler’ i inandırmaya çalışmakla harcıyor.
Üniversitelerde bir zamanlar oluşturulan ‘ikna odalarını’ hatırlatır biçimde, medyada yegane işlevi, hükümetin, ‘kötülüğü ve başarısızlığı’ üzerine hizmet veren ‘yoğunlaşma köşeleri’ var.
Bu ‘yoğunlaşma köşelerinde’ yazılanlar, en çok da BDP ve CHP’ye zarar veriyor. Çünkü bu yazılanlar her iki partinin kendi başarısızlıklarını görmelerini, geçmişle yüzleşmelerini ve empati kurmalarını engelliyor.