Çanakkale’nin Çan ilçesi, 1964 yılının Türkiye’si için “çok özel” bir yerdi... Ülke, “sanayileşerek kalkınma”nın sancılarını yaşarken, İbrahim Bodur,“çok ortaklı model ile sanayi tesisi kurma” hamlesini, bu mütevazi Anadolu kasabasında başlatmıştı... Çanakkale Seramik, bildiğim kadarıyla, öyküsü 1955 yılında başlayan, 1957 yılında da “Türkiye’nin ilk seramik fabrikası”olarak temeli atılan bir kuruluştur...
Henüz dokuz yaşındaydım ve babam merhum Dr.Neş’et Adnan Zentürk, Çanakkale Seramik Fabrikası’nın içinde kurulu sağlık merkezinin tek doktoruydu... Merkez, yalnız fabrikada çalışan işçiler için değil, bütün yöre halkı için çok önemliydi... Babam, bir hemşire “abla” ve bir sağlık memuru “ağabey”, bütün bölgenin sağlık sorunlarıyla boğuşuyorlardı...
Türkiye o yıllarda belki fakir ama bir o kadar da heyecan verici bir ülkeydi...
“Pembe Kadın” sahnede...
Fabrika, her yıl, yöre halkının da etkin katılımıyla harika bir “şölen” düzenliyor, o yılların usta sanatçılarının halkla buluşmasını sağlıyordu...
1964 yılında Çan’a davetli olan sanatçı Yıldız Kenter ve Kenter Tiyatrosu’ydu!..
Yıldız Kenter’in yazar Hidayet Sayın’ın Pembe Kadın’ında sahneleri kasıp kavurduğu yıl, İbrahim Bodur,Kenter Tiyatrosu gibi, tiyatro sanatının “seçkin” topluluğunu Çanakkale’nin Çan ilçesine getiriyordu...
Yıldız Hanım, seyirciyi, fabrika işçileri ve yöre köylülerinin oluşturduğu kalabalık önünde sahne aldı...
Fakat... Seyircinin oyunla yakından ilgilenmediği, “yahu bu zaten bizim hayatımız” diyerek homurdandığı görülüyordu. Yıldız Hanım, durdu ve sahne gerisine çekildi, sonra, fabrika yetkililerinin ricasıyla bir kez daha bir köy gerçeğini anlatan oyununa başladı, durum aynı!.. Oyun yine durdu...
İşte o an babamın emin adımlar ile sahneye ilerlediğini, mikrofonu eline aldığını ve konuşmaya başladığını gördüm... Önce Kenter Tiyatrosu’nu ve Yıldız Kenter’i anlattı “hastalarına”, devamında Pembe Kadın oyununun ne tür bir Anadolu gerçeğini anlattığını, hangi yaralara parmak bastığını... Sözlerinin sonundaki, “YıldızHanım, sahne sizin!..” cümlesini dün gibi hatırlıyorum...
Yıldız Kenter ve arkadaşları derin bir sessizlik içinde kendilerini bekleyen seyircileriyle tekrar buluştular, oyunun sonuna kadar o seyirciden “çıt” çıkmadı ve bittiğinde yaşanılan o olağanüstü alkışı, coşkuyu, sanatçıların fabrika işçileri ve köylüler tarafından nasıl kucaklandıklarını şu anda yazarken bile gözlerim doluyor...
Babam, merhum, o gün benim “kahraman babam” oldu...
Müşfik Kenter’in vefatını duyduğum andan bu yana bu anı peşimi bırakmıyor... Ana-babalarımızın yaşıtı bir tiyatro kuşağının bu ülkenin aydınlanmasında üstlendiği role dönük düşünceler zinciri hep beynimde...
Bir tesadüf asla değil...
İbrahim Bodur-Kenter Tiyatrosu ve merhum peder beyin Çanakkale’nin Çan ilçesinde buluşmaları asla tesadüf değildi... Hepsi, cumhuriyetin ilk kuşağının üyeleriydiler ve hepsi, kendi alanlarında,”çok geri kalmış bir ülkeyi” kalkındırmanın ortak ruhunu taşıyorlardı...
Babam, 1945 yılında, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlanmasıyla biten yaklaşık dört yıllık askerliğinin ardından tayin edildiği ilk memleket köşesi olan Silifke’ye gidişini şöyle anlatırdı: Mersin’de otobüsten indim, Silifke’ye araç yok. Beraberimde elbiselerimin olduğu bir bavul, kitaplarım, tıbbi malzemem, bir de yatağım var. Bir at arabası... Silifke’ye mal götürecek, arabanın yarısı boş... Yatağı güzelce yaydım, zaten yorgunum, vurdum kafamı uyudum. Saatler sonra adam beni Silifke’de uyandırdı, ahali de kasabaya gelen doktorunu bir at arabasının arkasında uyurken gördü, iyi mi? Ama ben sonra, hiç uyuyamadım, bir yıl gibi kısa bir zaman içinde oradaki tüm bataklıkları kurutup, etkin tedavi ile sıtmanın kökünü kazıdım...
Türkiye, doktorunun bataklık kuruttuğu, kişi başına 200-300 dolar yıllık gelirinin olduğu bir dünyadan, günümüzün “dünyaya yön veren 20 devletinden biri olma” düzeyine işte bu “başlangıç noktasından” yola çıktı...
Anladınız, bu bir bayram yazısı, bu nedenle biraz uzun olması pahasına bir anı daha aktarmadan geçemeyeceğim. 1920 doğumlu Kenan Pars ile 2004 yılında yaptığım söyleşide şu cümleleri dikkatimi çekmişti: Biz, 1950 ve 60’larda çevirdiğimiz filmlere mutlaka bir yemek sahnesi koyardık. Nedeni, halkın eğitimidir. Yer sofrasındaki bir milleti masa kültürüne taşımak kolay mıydı sanıyorsun?
Bu, büyük mücadeleyi vermiş kuşağın önemli bir bölümünü, peder bey dahil, sonsuzluğa yolcu ettik...Tıpkı Müşfik Kenter gibi... Haklarını ödememiz çok zor... Allah hepsinden razı olsun, mekanlarını cennet kılsın... Bu mübarek bayram gününde dualarımız onların aziz ruhları üzerine olsun...
Aramızda olanlara uzun ömürler diler, ellerinden öperim...