Türkiye’de değişim istemek risklidir. Olağanüstü mücadelelere girişirsiniz. Başarılı olursunuz. Başarınız, sonrasını biçimlendirme gücünüz olduğu anlamına gelmez. Bir entelektüel yalnızca suyun akışını engelleyen setleri kaldırır. Bunun kaldırılması gerektiğine de inanır. Zira aşırı biriken su belirli bir potansiyele ulaştıktan sonra setleri yıkarak ilerler, bununla birlikte büyük yıkımlara da yol açar. Ama birikme fazla ise, entelektüel, dengeye ulaşana kadar serbest kalan suyun kısmi zararlar vermesine de engel olamaz. Çünkü su miktarı veya suyun akacağı güzergâhın eğimi onun kontrolünde değil.
Üstelik değişim sonrasında farklı aktörler devreye girerek entelektüelin çağrısını, eleştirisini ve yönlendirme çabasını etkisizleştirebilir, saygınlığını yok etme gayreti içine girebilir. Bu olağandır, zira entelektüel değişimden sonra da eleştireldir, yapıcıdır, yol göstermeye çalışır, meşruiyete duyarlıdır. Entelektüelin bu tutumu bir yandan frenlenmekten rahatsızlık duyanları rahatsız edebilir. Bir yandan değişim yorgunluğu çeken aktörler nezdinde kendisini sevimsiz kılar. Diğer yandan da sürekli değişimi talep etmesi, “artık bu kadar değişim yeter” veya “cari düzene daha fazla dokunmayalım” tarzı muhafazakârlıkları ciddi bir şekilde rahatsız eder. Evet, değişimi savunmak zordur. Referandumda “yetmez ama evet” demenin “yetmez” kısmı rahatsız edicidir. Hele toplumsal sorunları çözme adına kemalizmin ve ittihatçılığın gerici diline ve cari araçlarına başvurulduğu her durumda, “yetmez” kısmının yarattığı rahatsızlık daha da artar.
Ama “evet” kısmı daha da rahatsız edicidir.
Mum ve güneşin aydınlığı
Entelektüel değişimi savunurken, kimileri de “yeni”nin mutlak bir “iyi”lik olması beklentisine girer. Değişim ancak mükemmel bir şey ise savunulabilir. Veya mağaradan çıkmak için dış dünyanın kusursuz olması şart koşulur. Kusursuz olmadığına göre, mantık gereği dışarı çıkılmaması gerekir. Zihniyet devrimi ve aydınlanma gereklidir, denir. Peki, mağarada kalmakla nasıl olacak bu? Herhalde mağarada mumu elinde tutan yapacak bunu, mehdi gelene dek!
Mehdi beklemek istemeyenlerin değişim çabası ve aldıkları merhaleler, daima bir kötüye gidiş olarak kabul edilir. Karamsarlık havası yaygınlaştırılır. Değişim için uğraşanlar “mutlak kötülük” peşinde koşanlar veya “mutlak körlük”le “kötü efendilere” hizmet edenler olarak etiketlenmeye çalışılır. Bu insanlar bulundukları karanlıktan kurtulma, onunla hesaplaşma ve karanlığın devamını sağlayan sistemle pratikte sonuç doğurabilecek hiçbir mücadele içine girmezler. Geleneksel olarak da aynı mahallede hâkim düşünce kalıplarına sahip olduklarından dolayı, en küçük bir kriz anında aşina oldukları karanlığın savunusunu yaparlar. Değişim sürecindeki hatalar ve riskleri bahane gösterirler. Oysa sosyal ve siyasal süreçler laboratuvar şartlarında yapılan deneylere benzetilemez. Hiçbir zaman değiştirmek istediğiniz düzen “mutlak kötü” değişimden sonra ortaya çıkan düzen de “mutlak iyi” değildir. Ama bir tarafı aydınlatanın mum, ötekinin güneş olduğu kesindir.
Demokrasi mükemmel işleyen, yargısı mutlak anlamda bağımsız, yönetimi mutlak surette halkın çıkarına gerçekleştiği, meclisinin mutlak ve yüzde 100 temsiliyet sağladığı, eşitliğin ve özgürlüklerin mutlak anlamda tamamlandığı, güvenliğin mutlak anlamda garanti edildiği bir sistem değil. Demokrasi risktir, rekabettir, inşadır, kimi zaman ormanda kaybolmaktır.
Faşizm, kendisine yapısal eleştiri ve başkaldırı yöneltmemiş olanlar için güvenlik sağlamış olabilir. Bu nedenle bunlar demokrasi riskini almaktansa, bu risklere dikkat çekerek faşizmin güvenli limanında kalmaya kendilerini ikna edebilirler. Faşizmin dışına çıkmadan yapılan muhalefet ile kariyeri kurtarabilirler. “Evet” buradaki konforu bozuyor.
Sorun bu “kimileri”nin kendilerini ikna etmelerinde değil, demokrasi riskine cesaret edenlere saldırmalarında, onların tercihlerini kriminalize etmelerinde, demokrasi gemisini batırmak için gerektiğinde faşizmin toplarına barut taşımayı entelektüel kariyerinin parçası olarak yüceltmelerinde... Yeniyi mükemmel olmadığı gerekçesiyle durdurmaya çalışırken faşizmin ayakta kalmasını sağlamalarında. Nihayetinde “evet” tercihinde bulunanları hedef gösterme ahlaksızlığından vazgeçmemelerinde...
Taner Akçam’ın da dediği gibi, bu “kimileri” katile ‘katil’ diyenin, katil demesini az buluyorlar, burun kıvırıyorlar ama katille yan yana olmakta hiçbir mahsur görmüyorlar. Katile katil diyene duydukları öfke öyle büyük ki, katilin kendisine olan yakınlıklarının farkında bile değiller...
‘Mağaradan’ çıkma zamanı
12 Eylül Referandumu ile ülkeyi karanlık mağarada tutan mum taşıyıcısı veya hapiste tutan gardiyan devre dışı bırakıldı. Ama demokrasi inşa edilemedi henüz. Sadece bunun imkânı yaratıldı. Şimdi çıkmaya başladık. Mağaradan veya hapisten çıkıp yeni bir hayat kurmak zor. Hele 100 yıldır hiç normal bir hayat sürmemiş, son elli yılını da dipçik altında geçirmiş bir toplumun her şeyi eline yüzüne bulaştırması, hatalar yapması, bu süreçte zarar görmesi normal. Rehabilitasyon kolay değil. “Yetmez ama evet”teki “evet” mağaradan veya hapishaneden kurtulma kararlılığının bir ifadesiydi. 12 Eylül Yargılaması da bir başlangıçtı. Onun pirüpak bir hesaplaşma aracı olmadığını, sistem bütünüyle demokratikleşmeden bunun olamayacağını toplum biliyor.
Toplumu bir kere olsun okusalar, kafalarını karanlık mağaranın dışına çıkarsalar, pek çok çalışmanın yanında Anayasa Platformu’nun Meclis Uzlaşma Komisyonu’yla birlikte düzenlediği Anayasa toplantılarına katılsalar, mum ile güneş arasındaki farkı görseler ve toplumun çok gerisinde kaldıklarını ve yarasalaştıklarını fark etseler...
Ama birileri süreçteki riskleri ve hataları öne çıkararak topluma mahkûm üniformasını tekrardan giymeyi salık veriyor veya dışarı çıkmaya çalışanlara saldırıyorsa, artık onları geride bırakıp, riskli de olsa “yeni” dünyaya yelken açmaktan başka yapacak bir şey kalmamış demektir.