“Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya öğrenci başına düşen öğretim üyesi sayısının OECD ortalamalarının altında olduğunu belirterek “2019’a kadar 10 bin civarında doktora mezunu vermeliyiz. OECD ortalamasına ulaşmak için 20 bin doktoralı olmak üzere 45 bin öğretim elemanına ihtiyaç var. Bunun için kadroları iki katına, doktora mezunları sayısını 3 katına çıkarmak gerekiyor” dedi.”
Bu alıntıyı 21 Mayıs 2014 Çarşamba günkü Hürriyet gazetesinin 5. sahifesindeki bir haberden yapıyorum.
Prof. Gökhan Çetinsaya, kendisini şahsen de tanırım, çok başarılı bir akademisyendir ve YÖK’ün başına geçtiğinden bu yana da YÖK gibi çok tartışmalı bir kuruma yeni bir hava getirdi, bunu kabul etmemiz, görmemiz lazım.
Ancak, arkadaşım Sayın Gökhan Çetinsaya’dan yukarıda yaptığı alıntıya katılmam pek mümkün değil, detaylarını aşağıda, sütunum izin verdiği ölçüde açmaya gayret edeceğim.
İki temel varsayımdan hareket ediyorum.
Birincisi, Türkiye üniversite sisteminin, özellikle de öğretim üyesi profilinin temel sorunu asla bir nicelik (kantitatif) sorunu değil, hiç de olmadı, çok bariz bir nitelik (kalitatif) sorunu.
İkinci temel varsayımım da 21. Yüzyıl dünyasında ve dahi Türkiye’de eğitim-öğretim süreçlerinin en önemli, en fazla kamusal meşru destek gerektiren aşamaları ilkokul öncesi sosyalleşme süreci ile, lisans sonrası öğretim yani yüksek lisans ve daha da önemli olmak üzere doktora süreci aşamaları.
Konumuz, bugünkü eğitim yazımda, Sayın Gökhan Çetinsaya’nın demeci ve buradan hareketle üniversiter süreçler olduğuna göre temel eğitim öncesi aşamayı geçiyorum ve üniversite lisansüstü aşamalara geliyorum.
Kimse alınmasın, Türkiye’nin öğretim üyesi stokunun profili 21. Yüzyılın yükünü ve gereklerini karşılayabilecek bir profil asla değil.
Bu sistem içinden çıkacak bırakın yirmi bini (YÖK Başkanımızın hedefi), yüz yirmi bin doktoralı elemanın çağın bu gereklerini yerine getirmesi OLANAKSIZ, kimse kendini kandırmasın.
Bu temel gerçeği de en iyi Sayın Çetinsaya’nın bildiğini düşünüyorum ama belirli pozisyonlar bazı gerçekleri açık açık söylemeye izin vermiyor galiba.
Türkiye’nin eğitim aşamalarında, anaokulundan doktoraya kadar çok büyük sorunlar mevcut ama küresel rekabette muhtemelen en geri olduğumuz aşama doktoralar.
Ve maalesef 21. Yüzyılda, bilgi ekonomisi çağında bir ülkeyi küresel rekabette öne geçirecek eğitim aşaması da doktora yani bilimsel buluş, yaratıcılık aşaması.
Bu konuyu çok boyutlu, gerçeklerden korkmadan tartışmamız şart.
Doktora aşamasını, eğitim süreçlerinin bu en son kısmını nasıl küresel rekabette daha iyi bir noktaya taşıyabiliriz?
Benim kişisel kanaatim bizim kendi iç mekanizmalarımızla bu süreci, doktora mezunlarının sayısını arttırarak çözemeyeceğimiz yönünde.
Birilerine biraz radikal gelebilecek bir önerim de var.
On yıl boyunca ülkemizdeki tüm doktora programlarını, belki sadece tıpta uzmanlık dışında, kapatalım, çünkü bu sürecin çıktılarına evrensel anlamda doktora demek kolay değil, her sene beş bin iyi öğrencimizi devlet destekli olarak ABD’ye gönderelim, on yılda size eder elli bin doktora adayı, bu sayının ortalama yarısının bir biçimde fire vereceğini ya da dönmeyeceğini hesaplayalım, Sayın Çetinsaya’nın hedeflediği sayıyı, 25 bin doktoralı ama doğru dürüst doktoralı genç bilim insanı ile aşarız, bu kişileri de Türkiye’ye döndüklerinde lisansüstü öğretime kaydırmalıyız.
Bir doktora öğrencisinin devlete toplam maliyeti 300 bin dolar olsa (beş sene), elli bin adayın beş yıllık maliyeti 15 milyar dolar eder, senelik devlete bu işin faturası da 3 milyar dolardır, hatta uzayan doktoraları da, bu öğrencilerin alacakları doktora burslarını da hesaba katarsanız daha da düşüktür, Türkiye için kaldırılamayacak bir yük değildir ama nihai olarak gerçek bir üniversiteye kavuşmaya başlarız muhtemelen.