Hayret bir şey: Daha düne kadar Ak Parti’yle yediği içtiği ayrı gitmeyen bir çevrenin yazarları şimdilerde cumhurbaşkanlığı seçimi için CHP nâmına formül üretmekle meşguller...
Müthiş bir savrulma bu.
Önce ‘seçimi boykot’ fikri ortaya atılıp savunuldu; sonra katılımın az olmasıyla sonuç alınamayacağı fark edilince yeni bir formül geliştirildiği anlaşılıyor: Seçimi referanduma çevirmek... Birinci tur aşıldığında, ikinci gelen aday “Benden buraya kadar” deyip çekilecek ve Tayyip Erdoğan yalnız bırakılacakmış...
Anayasa (m. 102) ikinci oylamaya tek adayın kalması durumunda seçimin referandum şeklinde yapılacağını öngörüyor; Tayyip Erdoğan’ın yalnız katıldığı bir seçimde alacağı oyların yüzde 50’nin altında kalması bekleniyor...
Evet, aynen bu hesap...
CHP ile MHP tek aday üzerinde anlaşırlarsa mümkün olabilirmiş bu...
Formülün yine de küçük bir zaafı var: BDP/HDP de aday gösterebileceği için, yine anayasaya göre, ikinci tura kalan aday çekildiği taktirde daha az oy alanın önü açılacağı için, referandum şıkkı gerçekleşemiyor...
Önemli olan, formülün uygulanıp uygulanamaması değil... Önemli olan, Tayyip Erdoğan ve Ak Parti karşıtlığının o çevrede bulduğu akıl almaz seviye...
Artık CHP ile birlikte hareket edilmiyor, CHP için formüller de üretiliyor...
Her siyasi hareketin, her partinin muhalifleri vardır ve bizim gibi ülkelerde muhalefetin dili hayli keskin olabiliyor. Kanıta ihtiyaç yok: İktidar partisi lideriyle muhalefet partileri liderleri bu sebeple sıkça mahkemelik oluyor ve yargıçlar cezaya hükmedebiliyor...
Ancak o çevrenin yazarları son zamanlarda muhalefet partilerinin hakaret jargonuna yeni malzemeler kazandırmakta yarış halindeler. Kullandıkları incitici sözcükler kalemlerine hiç yakışmadığı için onların bu durumu daha da sırıtıyor. Bir siyasetçi söylediğinde kulağa o kadar yadırgatıcı gelmeyen ifadeler, çevre yazarları tarafından sarf edildiğinde, dinleyen —veya okuyan— şöyle bir irkiliyor...
Unutmayalım: Yaralayıcı ifadeleri daha düne kadar iltifatlarını esirgemedikleri kişilere karşı kullanıyorlar...
Bir güne kadar övgü, ertesi günden başlayarak sövgü...
Hayret ki, ne hayret...
O çevrenin feyz aldığı kitaplarda, çevre adına konuşan ve yazanların şimdilerde büründükleri kimlikle ilgili ciddi uyarılar bulunduğunu biliyoruz. Hadi, o kadar sık dokuyup ince elemeyelim, genel ahlâk kuralları bile insandan insana ilişkilerde bazı hassasiyetlere riayet edilmesini öngörür... Bir de tabii ‘birilerine olan öfkenin onlara karşı haksızlığa sevk etmemesini’ tavsiye eden evrensel kural var...
Demek ki, hiçbirinin zerre kadar değeri bulunmuyor... ‘Kavgada yumruk sayılmaz’ ya, işte o hesap...
‘Kavga’nın tek taraflı olmadığını biliyorum elbette; ancak yıllarca en etkili ağızlardan dinleyegeldiğimiz ‘vurana elsiz / sövene dilsiz gerek’ ölçüsünü nereye koyacağız? O ölçüye uyulsun diye geçmişte nelere katlanıldığını biliyorsak özellikle? Küslüğün tülbent kuruyuncaya kadar süreceği beklentisi ne oldu?
“Sonuna kadar savaş” deniliyorsa, “Neyin sonuna kadar?” diye sorma hakkımız doğmaz mı? Başlatılan iyi işlerin sonunu getireceği açık seçik görülen yanlışlıklara “Dur” diyecek birilerinin çıkmasını mı bekleyeceğiz?
Yeterinden fazla bekledik.