Olayların akışı kimsenin beklemediği ölçüde hızlanıyor. Kendi içimizde geliştiğini sandığımız olayların bile esasen büyük fırtınanın habercisi olduğunu görmezsek, olup biteni anlamakta zorlanırız. Bu nedenle son birkaç yılda olanları asla hatırımızdan çıkarmadan değerlendirme yapmak en iyisi.
Uzun zamandır, ama çoğunuzun tahmin ettiğinden daha uzun zamandır siyasetten Recep Tayyip Erdoğan’ı tasfiye etmek üzere kurulan tezgahlardan söz ediyorum. Genel başkanlıktan başbakanlığa ve oradan cumhurbaşkanlığına kadar uzanan siyasi hayatı boyunca bu tür hamleler eksik olmadı. Ancak 2007 yılından itibaren daha somut hale geldi. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yaşanan 367 krizi, kapatma davası bu hamlelerin artık ilan edilmiş biçimiydi.
Kapatma davasının sadece bir oyla partinin lehine sonuçlanması, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı olmayıp Abdullah Gül’ü kamuoyuna ilan etmesi, doğru okunduğunda bugün yaşanan krizlerden bağımsız değil. O dönem de başbakan olarak Erdoğan, karşısındaki cephenin varlığını doğru okudu. Ancak peşpeşe gelen hadiseler, özellikle de bugün paralel yapı diye ifade ettiğimiz gücün, devleti ve kurumlarını dönüştürmek, hatta felç etmek üzere yaptığı hamleler, açık bir cephe savaşına izin vermedi.
Devlet içinde bu kavganın en somut ve geri dönülmez noktası 7 Şubat krizi olarak andığımız, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı hedef alan girişimdi. Paralel yapının, devlete el koyma hamlesinin en somut adımı olduğu kadar, Erdoğan’ı tasfiye yönündeki en cüretkar oyundu.
Bu noktada Erdoğan’ı farklı kılan ve aynı zamanda rahatsızlık veren özelliği öne çıktı. Öngörülemeyeni yaptı, kimsenin hesap edemediği adımları attı. Basit ve masum bir yargı-hukuk kılıfına büründürülmüş bu oyunu bozdu. Kelimenin tam anlamıyla Hakan Fidan’ı vermedi. Ne hazin değil mi, o zaman da birkaç istisna dışında AK Parti’den bu yönde güçlü bir ses gelmedi.
Gezi ayaklanması, ardından gelen 17-25 darbe girişimi de bu büyük oyunun parçasıydı. Gezi, projenin geniş toplum kesimlerine yayılmasını, 17-25 ise toplumda Erdoğan’a yönelik yakınlığı yok etmeyi ve onu kısa zamanda sistem dışına itmeyi hedefliyordu. Tayyip Erdoğan, yine beklenmeyeni yaptı. Bu hamlelere çok sert ve tavizsiz karşılıklar verdi.
Burada bir kez daha ne hazindir ki cümlesini kuralım. Gerek Gezi, gerekse 17-25 tezgahında AK Parti’nin ağırlığı olan aktörlerinin bir bölümü yine sessiz kaldılar. Tepki verseler bile sözün etrafında dolaşmayı tercih ettiler. Açık ve hiç geri adım atmadan savaştı Erdoğan. 30 Mart yerel seçimlerinde toplumun desteğini yanına alarak, 10 Ağustos cumhurbaşkanlığı seçimlerine yürüdü. Burada bir noktanın altını çizelim. Erdoğan, bu büyük savaşta kimin ne kadar yanında olduğunu iyi analiz etti ve doğrudan topluma dokunan siyaset tarzını bir adım daha ileri götürerek, çekinmeden bu yolda her şeyi göze aldığını insanların önüne koydu. Onu bunca oyuna, hamleye ve yalnızlığa rağmen halkın seçtiği ilk cumhurbaşkanı kılan ve hala da ayakta tutan bu stratejisiydi.
Tüm bunları bugün neden hatırlamak gerekti? Daha doğru soruyla bugün ne oluyor ve nereye gidiyoruz? Yeni oyun ne? Kim nerede duruyor? O da pazartesiye.