Canı isteyen tesadüflere inanır. İsteyen komplo teorilerine. Ancak tüm bunların ötesinde, bir anda ortaya çıkan ve Türkiye’den Brezilya’ya kadar geniş bir alanda benzerlikleri dikkat çeken bir hareketlilik var. Bunların öylesine akıp giden hadiseler olduğuna yahut birilerinin inanmamızı istediği gibi ‘halk hareketi’ olarak karşımıza çıktığına ikna olmak gerçekten çok zor.
Türkiye’de 27 Mayıs’tan arta kalan ‘düzen’in yıkılması sanıldığından çok daha zor oldu. Ordu-yargı-sermaye-medya ekseninde şekillenen, siyasi iktidarı istediği gibi yönlendirme gayretindeki bu yapının, aradan geçen zaman içinde ortaya çıkan darbe ya da benzeri girişimlerle ‘restore’ edildiğini söyleyebiliriz. Her defasında belli bir sermaye grubu, ağırlığını ortaya koyarak siyasi iktidarı değiştiren ya da terbiye eden bir kampanya yürüttü. Yazık ki yakın bir tarihe kadar da başarılı oldu.
Bugün ortaya çıkan yeni durumun, yani Gezi Parkı ile başlayan saldırının, farklı eylem biçimleriyle devam etmesi, üstelik bu eylemlerin ‘masum’ görünmesi, bir operasyonla karşı karşıya olduğumuz gerçeğini asla değiştirmiyor. Hatta, son eylem tarzı, doğrudan bir uluslararası operasyona maruz kaldığımızın açık göstergesi.
Bunu söylemek ya da anlamak bize yetiyor mu peki, asla!
***
Türkiye’de sivil toplum geleneğinin ne kadar zayıf ya da güçlü olduğu ve bunun Batı’daki örneklerden farkı uzun uzadıya tartışılabilir. Ancak son üç haftanın bize söylediği bir gerçek var. Bizde geniş kesimleri temsil eden, hatta yeri geldiğinde sandıkta beklenmedik sonuçlar üreten yapılanmalar, ‘sivil toplum’ tanımı/parantezi içine kolayca alınabilecek durumda değil.
Bu sorunun cevabı belki şu ayrıntıda aranmalı. Bu örgütlenmeler, özellikle de hakim toplumsal değerleri merkeze alan yapılar, devlete rağmen örgütlenmiş ve şekillenmiş olmadığı için modern anlamda bir sivil toplum misyonu üstlenemiyor. Bu da ortaya ciddi bir etkinlik sorunu çıkarıyor.
Öte yandan uluslararası düzeyde karşılığı olan örgütlenmeler, biraz da bu gücü arkalarına alarak çok daha güçlü görünebiliyor. Gezi olaylarında ve şimdi sınırlı sayıdaki eylem ya da eylemcinin ‘Türkiye’nin nabzı’ ya da ‘görüntüsü’ gibi yansıtılmasının perde arkasında böyle bir dengesizlik var.
Devlete düşman, devlete rağmen bir pozisyon almadan da etkin bir yapıya kavuşmanın mümkün olup olmadığı üzerinde her şeyi gözden geçirmenin tam zamanı.
***
Bir ayaklanma provasıyla mı karşı karşıyayız? Yoksa birileri Türkiye’yi atmakta direndiği bir adıma mı zorluyor? Tüm bunları cesur ve açık biçimde tartışmak, birilerinin zihinlerimizi baskı altında tutan suçlamalarına aldırış etmeden, özellikle uluslararası bağlantılarını ve uzantılarını deşifre etmek zorundayız.
Bunun için geniş kesimleri ve onların değerlerini temsil eden yapılanmaların; mevcut durumlarını, güçlerini, yöntemlerini gözden geçirmesi, neredeyse bir avuç denilebilecek bir yapının nasıl olup ta bu kadar gürültü çıkardığına kafa yorması gerekiyor.
Elbette tahrik var. Uluslararası düzeyde bir operasyonla karşı karşıyayız. Dahası ve en kötüsü, Türkiye’de geçmişin en güçlü sermaye çevresi olan bir yapı; sahip olduğu tüm gücü, odakları, locaları ve bağlantıları harekete geçirerek bu operasyonun gönüllü taşeronluğunu yapıyor.
Ancak kendimize sormamız gereken soruları bunlar üzerinden ertelersek yanılmış oluruz. Eğer bu millet gerçekten bir avuç çapulcuya teslim olmaz diyorsak, bunun demokratik yollardan ve yepyeni bir dille ifadesini aramalıyız.
Çok geç olmadan. Geniş kesimlerin desteğini, sahici ve derinlikli bir tasavvurla yeniden şekillendirerek.