Yeni’ tartışmasının en açık göstergelerinden birisi de, tedavülde olan kavram setleridir. Yaygın kullanılan kavramların öncelikle ne kadar yeni olduğu, içeriğinin neler olduğu ve kimler tarafından geliştirildiklerinin hayati önemi haizdir. Çünkü bu, hem aynı anda yaşanan dönüşümün genel fotoğrafını çekmeye yardımcı olur hem de taşıyıcı unsurların fark edilmesini sağlar.
Çok geriye gitmeden, sadece 2000’lerden bu yana yukarıdaki soruların cevabını aradığımızda karşımıza oldukça berrak bir manzara çıkıyor. Lakin bu manzara çelişkilerden beri değil. Normalde iktidar olan unsurların muhalif olan dinamiklere göre fazlaca kavram setine ihtiyacı olmaz. Hâlihazırda ‘iktidara getiren sermayenin’ tüketilmesi beklenir. Buna mukabil, muhalif siyasal dünyanın ise çok daha velut ve dinamik olması beklenir. Türkiye, özellikle son on yılı boyunca, bu beklentinin tam aksinin hayata geçtiği bir dönem yaşadı.
Muhalif siyasal lügat ağırlıklı olarak iki eksen üzerinden kendisini tekrarlayıp durdu. Birinci eksen; baştan aşağı şikâyet düzleminde, tahkiri aşamayan, hatta yer yer tehdide varacak kavramsal düzlemin ötesine geçemeyen bir performansa sahne oldu. Yaşanan elit dönüşümünü sindirememenin merkezde olduğu bir ruh haliyle, kızgınlık ve nefretin şekillendirdiği muhalif lügat, 2010’a kadar devam etti. Bu tarihten itibaren ise ‘yenilmişliğin verdiği depresif ruh hali’ kavramsallaştırmalara açık bir şekilde yansıdı. Bu döneme ‘irtica yaftalarından sivil vesayet tehditlerine’ giden süreç de diyebiliriz.
İkinci eksen ise; ağırlıklı olarak seküler bir siyasal teoloji zemininde, Batı’dan tercüme yoluyla oluşan muhalif lügat oldu. ‘Başka başkentlerin omuzundan kendi ülkesindeki iktidara ateş eden’ bu yaklaşım çok daha kontrolsüzdü. Siyasetten ekonomiye, toplumsal sorunlardan dış politikaya ‘küresel gündemin pasif tüketicisi’ olarak varlığını sürdürdü. ‘İthal kavramların’ sadece kavram olmadığının, vücuda geliş hikâyesinin arkasında bir güç maksimizasyonu olduğunun, Türkiye’nin ve iktidarın farklı platformlarda doğrudan karşısına çıkacak ve maliyet üretecek imkânlar sağladığının fazlasıyla farkında olunması, uygulayıcılarına belli ölçüde cesaret transferi de sağladı. Lakin son tahlilde, ‘ithal gündemlerin’ frekansları içerisinde oradan buraya savrulmaktan öteye geçemediler. Bu döneme de ‘eksen kayması tehditlerinden IŞİD’le işbirliği yaftalarına’ giden süreç diyebiliriz.
Her iki eksen de, muhalif dilin AK Parti karşısında öncelikle reaktif bir pozisyona sıkışmasına yol açtı. Reaktif bir kavramsallaştırma, beraberinde negatif gündemin ana zemin olarak korunmasını sağladı.Hem reaktif dil hem de negatif gündem ise muhalif dilin kurucu bir siyasal lügat inşasını büyük ölçüde engellemiş oldu. Aynı dönemde, AK Parti’nin sadece seçim beyannamelerine bakmak bile aradaki farkı görmek açısından yeterlidir.
Öncelikle birçok seçimde muhalefet partilerinin ya hiç beyanname hazırlayamaması ya da sadece broşür düzeyiyle iktifa etmeleri durumun vahametini görmek için yeterlidir. 2002’den bu yana hazırladığı beyannamelerin hacmi bin sayfaya ulaşan AK Parti, onlarca farklı başlıkta ‘yeni kavramsallaştırmalar’ yapmak durumunda kaldı. Muhalefetle, vesayet rejimiyle ve küresel dinamiklerle karşı karşıya gelişlerinin tamamını da belli bir kavramsal zemine oturttu.
Bu zemin, hemen her seçimde kendi içerisinde bir dönüşüm de yaşadı. Normalde iktidarların yerleşik halinin kavram setlerine doğrudan yansıması beklenirken, AK Parti’de aksine oldukça hareketli bir değişim dili ortaya çıkardı. Bütün bunlar, yeni Türkiye lügati diyeceğimiz kavram setini vücuda getirdi.
Bu sebeple AK Parti, yeni Türkiye lügati bağlamında ‘kurucu ve inşacı’ kimliğini hızla kazanırken; siyasi rakiplerinin ise vesayet dönemi kavram setleriyle dolu anakronik bir lügate saplanıp kalması, ‘yeni Türkiye’nin eski muhalefeti’ olarak kodlanmalarını beraberinde getirdi. Bu anlamda, 2015 Seçimlerinin mezkûr kimlikleri tekraren tescil etmesinden öte bir sonuç doğurmasını beklemek, siyaset, sosyoloji ve aklın doğasına aykırı davranmak olacaktır.