Seçimlere bu kadar kısa bir zaman kalmasına rağmen, neredeyse seçim gündeminin olmadığı bir dönemdeyiz. Bu durum belirsizliğe mi, yoksa sanılanın aksine taşların yerine oturmaya başladığı bir Türkiye’ye mi işaret ediyor? İşte bunu biraz tartışalım.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın bakanlar kuruluna başkanlık etmesini, hukuki zeminden çok siyasi olarak tartıştık. Bunun yanlış olduğunu da söylemek mümkün değil. Çünkü mevcut anayasamız cumhurbaşkanına böyle bir yetki veriyor. Ama olup biten elbette bundan fazlasına işaret ediyor.
Bu tartışmayı doğru yürütebilmek için, son birkaç günün sıcak gündemine bakmak yararlı olabilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Etiyopya’dan Cibuti’ye, oradan da (birkaç gün ertelense de) Somali’ye uzanan bir programla hareket ederken; Başbakan Ahmet Davutoğlu, Londra’da hayli kritik toplantı ve imzaların ardından, dünyadaki karar vericilerin geleceği tartıştığı Davos’ta yerini aldı.
Türkiye’yi konuşurken, böylesine geniş bir ilgi alanına bakmadan söylenecek her şey, geçmişle bugün arasındaki farkı görmemize engel olacaktır. Erdoğan, İslam İşbirliği Teşkilatı zemininde sadece İslam dünyasına değil, tüm dünyaya, gerek uluslararası sistemin ana kurgusunun, gerekse bunu taşıyan kuruluşların ortaya çıkardığı adaletsizliği ifade etti. O konuşmayı baştan aşağı dinlediğinizde, Türkiye’nin duruşunu, özgüvenini ve aynı zamanda sözlerinin nasıl karşılık bulduğunu görebiliyorsunuz.
Benzer bir konuşmayı Etiyopya’da gerçekleştirdi Cumhurbaşkanı. Bugüne kadar ve elbette halihazırda dünyanın sadece sömürülecek toprak ve kaynak olarak gördüğü Afrika’ya, samimi kardeşlik mesajlarının yanı sıra, ortak bir geleceğin kodlarını aktardı.
Diğer tarafta Londra’da iki önemli borsa kuruluşu arasında imzalanan anlaşmaların yanı sıra, özellikle dünyadaki karar vericilere hitap eden konuşmalar yaptı Başbakan Davutoğlu.
Şimdi bu iki tabloya bakıp, farklılıklar görmek, hatta mümkünse siyasi hayatımıza yeni bir fay hattı eklemek isteyenler olabilir. Günlük ve gündelik siyaset anlayışı buna daima kapı açabilir.
Ancak aksine bu tablo, toplamda Türkiye’nin yeni ‘oyun teorisi’ne işaret ediyor. Bugüne kadar kendi içinde farklı aktörler üzerinden bir siyasi akıl üretme becerisi üretemeyen bir ülkenin, bugün böyle bir ‘ortak’ akla alışması zaman alacak. Bu farklılıkları didikleyenler ya da bunun ötesinde arayışlara girenler, yeni Türkiye’nin nerede, nasıl ve hangi ittifaklarla şekillendiğini görmüyorlar bile.
Bu satırları yazarken, Suudi Arabistan Kralı’nın cenazesini takip ediyorum bir yandan. Suud rejiminin kendi içinde bir değişime kapı açıp açmadığını konuşmak için erken. Washington ve Londra arasında ustaca paylaşılmış bir iktidar dengesiyle yönetilen bir ülkede, böyle bir beklentinin fazla olduğu da ortada.
Ancak genelde İslam dünyasının, özelde Türkiye’nin önündeki yeni dönem, bugüne kadar ertelediği, halının altına süpürdüğümüz sorunlarla yüzleşme konusunda daha fazla zamanımızın kalmadığını gösteriyor. Başkalarının hikayesi üzerinden konuşmanın kimseye yararı olmadı bugüne kadar. Cesurca kendi hikayemizle yüzleşme vakti. Örnek mi istiyorsunuz; işte çözüm süreci. Dünü sorgulamak, bugünü doğru anlamak ve geleceğe daha hızlı yürüyebilmek için bundan daha büyük bir fırsatı belki de bulamayacağız. Samimi ve sahici olmayı başarabilirsek tabi.
Bir bilgenin sözleriyle bitirelim dilerseniz: ‘Günün birinde seni verdiğin sözü tutmamaya, onurunu kırmaya, bir başkasından nefret etmeye ya da kuşku duymaya ya da onu lanetlemeye, gerçek duygularını gizlemeye yahut duvarların ve perdelerin arkasında kalması gereken şeyleri arzulamaya zorlayabilecek hiçbir şeyi hiçbir zaman kendine yararlı sayma.’ (Düşünceler, Marcus Aurelius, s.52, YKY, İstanbul 2014)