Ulus-devletleşme sürecinin sancılı yaşandığı her yerde, vatandaşlıkla ilgili sorunlar olmuş. Devleti kuranlar, şu ya da bu biçimde kendilerini devletin sahibi olarak görüp herkesin hangi kimliğe ait olduğuna karar vermişler. Birileri çıkmış siz Fransız, siz Yunanlı, siz Almansınız demiş; insanlar da buna tam olarak ikna olmasalar bile razı olmak zorunda kalmışlar.
Dünyanın hiç bir yerinde, hiç bir ülkesinde aynı ırk, din, kültür ya da sosyal çevreden türemiş insanlar yaşamıyor. Farklılıklar o denli fazla ki, bugün yapılan ayırımlar bile bu farklılıkları karşılamıyor. Üstelik her kültür bir diğerinden etkilenmiş, dönüşmüş. ‘Öteki’nden farklı olunması gerektiğini ısrarla savunan rejimler bile bu etkileşimleri durduramamışlar.
Bununla birlikte, ulus-devletlerin vatandaşlık başlığı altında herkesi aynı sepet içinde toplama eğilimi yıllar boyu devam etmiş. Demokratik yönetimi benimseyen, bu uğurda kendisini geliştiren rejimler ise, bu tekleştirmeye karşı çıkan yapılar kurmuşlar; herkes eşit vatandaş sayılmış. Ancak zamanla vatandaşlık bir üst kimlik haline gelmiş, alt kimlikler öne çıkmaya başlamış denebilir.
Alt kimlik
Alt kimlikler, bazı yerlerde üst kimliğe itiraz şeklinde tezahür ederken başka bazı yerlerde de aynı alt kültüre sahip başka ülke halklarıyla buluşma anlamına gelir. Bu gelişme, dünyanın bir çok yerinde insanların kendilerini ifade etmeleri sırasında ikili tanım yapmalarına yol açmıştır. ‘Türkiye vatandaşıyım, ama ailem Balkanlardan göçmüş’, ‘Müslüman’ım ama Aleviyim’, ‘Yunanlıyım, ama Girit Rumcası konuşurum’, ‘Fransız’ım ama ailem Britanya’dan gelir’ gibi bir dizi örnek vermek mümkün.
Bu durumun günümüzde biraz daha abartılı biçimde yaşandığına etmek gerekiyor. İnsanlar, giderek kendilerinin tercihine bağlı olmayan, içine doğdukları ya da ailelerinden gelen özellikleri kendi özel durumları olarak tanımlama eğilimindeler. Yani insanlar ne yaptıklarıyla değil, ne olduklarıyla ilgili bir tanımlama peşindeler.
Anlaşılır bir süreç, zira yıllar boyu hemen herkese ne olduğunu söyleyen birileri çıkmış; insanlar da aslında ne olduklarını içlerinde tutmuşlar.
Tutamayanlar da hep ayrımcılığa uğramışlar.
Öne çıkan kimlik
Yakın bir zamanda, bu sürecin farklılaşacağı öngörülebilir. İstanbul doğumlu bir Rum ile yine İstanbul doğumlu bir Türk bir araya geldiklerinde gayet tabi ortak bir dil buluyorlar. Ancak bu dilin, ilişkilerin, ahbaplıkların sürdürülmesi için ortak geçmişten daha fazlasına ihtiyaç duyuluyor. Gözlemlediğim kadarıyla dünyanın bir çok yerinde çeşitli nedenlerle karşılaşan insanlar, birbirlerinin önce hangi ülkeden geldiğini soruyor sonra ne iş yaptığını.
Öğrenciyim diyene ne okuduğu, hekimim diyene ne uzmanı olduğu, mühendisim diyene hangi sektörde çalıştığı soruluyor. Kısacası insanların köken olarak ne olduğu giderek önemini kaybederken ne yaptığı, ne ürettiği, nerelerde faaliyet gösterdiğine ilişkin kimlikler öne çıkıyor. Dolayısıyla kimliklere yüklenen anlamlar da yapılan işle ilişkileniyor. Örneğin bir üniversite hocası dünyanın her yerinde saygı görüyor, dilenciler küçümseniyor, hekimler dert dinliyor, gazeteciler de yaşadıkları ülke hakkında soru bombardımanına tutuluyor.
Yapılan işin kalitesi ise, o kişinin hangi ülkede yaşadığıyla ilişkilendiriliyor. Yani Somali’deki bir hekimle Almanya’daki bir hekim aynı düzeyde ve benzer kimlik algısı yaratmıyor. Kısacası devletler ve bireyler giderek tarihlerinin ya da ailelerinin kendilerine yükledikleri değerlerle değil, ileriye yönelik attıkları adımlarla tanımlanıyor. Gelişme bu yönde, bizden söylemesi.