Kenya’dan Pakistan’a, Suriye’den Nijerya’ya kadar geniş bir coğrafyada birileri İslâm adına dünyanın en vahşi sahnelerini sergiliyorlar. Kuran’ın emri olduğu iddia edilerek başlar kesiliyor, camiler ve kiliseler bombalanıyor.
Bunu yapan insanlar hem Müslümanlarda, hem de diğer insanlarda “bu şiddet İslam’dan mı kaynaklanıyor?”, “şiddet İslâm’ın doğasında mı yoksa?” sorularını uyandırıyor. Belki de bu eylemlerin gizli ve nihai amacı budur. Yani, her toplumda olabilecek cahil ve zayıf grupları vahşete yönlendirerek İslâm’ı ‘şiddet dini’ olarak göstermek.
Yaşadığımız vahşetin birileri tarafından kışkırtıldığına, İslâm dünyasına yeni bir Hariciler vakası yaşatılmak istendiğine olan kanaatim her geçen gün artıyor. Belki de İslâm dünyasına şekil vermede Şii-Sünni mezhep savaşlarına ek olarak Hariciler’den yararlanmak isteniyor. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ün “tuzak” olarak nitelendirdiği ‘mezhepçilik oyunu’ belki de sandığımızdan çok daha derinlere gidiyor.
Ruhu kaçırınca
Kışkırtmadan bahsetmişken El Kaide veya başka adlarla vahşet sergileyen kişilerin Müslümanlığını veya samimiyetini sorguladığım zannedilmesin. Tam tersine, alışveriş merkezlerini, camileri vs. bombalayan militanlar belki de dünyanın en samimi Müslümanları arasında yer alıyordur. Mesele samimiyet meselesinden çok, cehalet, aşırılık ve kendisini bilmeden kullandırma meselesidir.
Daha çok Vahabi topluluklardan çıkan ve yeni Haricilikolarak da adlandırabileceğimiz bu anlayışın en büyük sorunu samimiyetten ziyade meselelere zahiri, yani görüntüsü itibariyle yaklaşmasıdır.
Bilindiği üzere tarihi olarak Hariciler Kuran’ı çok okurlar, hadislere çok büyük önem verirler ve çok ibadet ederler. Buna karşın okuduklarını lafsıyla, yani sadece kelime anlamıyla, yüzeysel olarak anlarlar, üzerine akıl aracılığıyla yorum yapmayı reddederler.
Genelde katı nakilcidirler. Özellikle itikâdi konularda akla asla yer vermezler, sadece Kuran ve sünnet ile hareket ettiklerini söylerler.
Bunlar kendilerinin doğru olduğundan o kadar emindirler ki, bu uğurda her an ölmeye ve öldürmeye hazırdırlar. Kuran’ın veya sünnetin lafsına uymayan kişi sahabe veya ilim adamı dahi olsa onu kolayca kâfir ilan edebilirler ve hemencecik öldürebilirler. Nitekim Hz. Ali’yi ve birçok sahabeyi bu anlayışla şehit etmişlerdir.
Sözde, onlar da Müslümanların birliğine inanırlar. Hatta kendilerinin bir mezhebi olmadığını bile söylerler. Bu anlayışa göre zâlim bir hükümdara/yönetime karşı ayaklanmak ve silahla mücadele etmek farzdır.
İstanbul anlayışı
Özetleyecek olursak İslâm dünyasını, Sünni-Şii ayrımının dışında bir de yeni Haricilik sorunu bekliyor. İslâm adına her türlü vahşete imza atan bu kişiler belli ki dış aktörlerin de işine gelmektedir ve Müslümanlık ile şiddeti özdeşleştirme genel politikası içinde etkili bir rol oynamaktadırlar.
Yeni Hariciliğe karşı alınabilecek siyasi, sosyal, istihbari ve askeri pek çok önlem vardır. Bunlardan daha etkili ve çok daha önemli olanı ise İlahiyat alanında alınabilecek önlemlerdir. Türkiye Osmanlı’dan miras aldığı İslâm anlayışını geliştirmeye ve güçlendirmeye özel bir önem vermelidir. Çünkü Osmanlı tecrübesi bizlere İslâm’da İstanbul (Osmanlı/Türk) Okulu’nun ne kadar değerli olduğunu, cehalete ve radikalizme karşı nasıl etkili olduğunu kanıtlamıştır.