ABD 11 Eylül gibi olmasa da Afganistan ve Irak tecrübesini de travma boyutunda yaşadı. Kendi işine gücüne odaklanmış ‘ortalama Amerikalı’nın dış politikadaki kapışmayı oy verme davranışında ölçüt haline getirmesi pek olası değilse de Cumhuriyetçilerle Demokratları birbirinden ayıran en önemli fark dış politikadaki üslup olsa gerek. Barack Obama Irak ve Afganistan’dan çekilmek ve yeni bir maceraya atılmamak üzere şekillendirdiği dış politikasını (ABD ölçeğinde bakınca buna dünya politikası demek de mümkün) yeni dönemde de sürdüreceği mesajını vererek yürüttü seçim kampanyasını. Mitt Romney ise Türkiye’nin bütçesine denk olan yıllık savunma harcamasını 100 milyar dolar daha arttırmayı vadediyordu. Bu vaade mi oy verdi Cumhuriyetçiler bilemiyoruz ama en azından savaşçı söylemden rahatsız olmayanların sayısının da hiç az olmadığı ortada.
Yine de ABD’nin, hem ekonomik krizin hem de Bush tarzı politikanın artık dünyada da bir karşılığının olmaması dolayısıyla aslında bir normalleşme yaşadığını söyleyebiliriz. Arap isyanları da ABD’ye bildik üstenci tutumunu değiştirtecek etkenlerden biri oldu. Ortadoğu deyince kiminle nasıl ilişki kurulacağının denklemi artık eskisi kadar kolay belirlenemiyor. “Amerikan rüyası” da ancak çok para vermeye değmeyecek bir dış prodüksiyon kadar değerli bir imaj. ABD normalleşiyor. Normalleşme ABD’nin eski gücünü kaybettiği şeklinde de yorumlanabilir ama aynı zamanda sürecin iyi yönetildiğinin bir göstergesi.
SETA Washington direktörlerinden Kadir Üstün, Obama’nın ikinci döneminin dünya ve özellikle Ortadoğu için ne anlama geleceği üzerine kurduğu yazısında, “yeni dönemde ABD’nin Ortadoğu’da görünürlüğünün azalacağını öngörebiliriz. Obama yönetimi Ortadoğu’ya dışarıdan bir düzen empoze etme çabasının ABD’ye zarar getireceğinin farkındadır” diyor. Aslında “dışarıdan düzen empoze etme niyeti” ortadan kalkmasa bile bunun nasıl yapılacağı konusunun revize edildiği muhakkak. Zira ortada öngörülemeyen bir Arap isyanları dizisi var. Buradaki öngörüsüzlüğün sebebi, Arap toplumlarının içe kapalı olması, diktatörlerin Batılı anlamda sivil topluma müsaade etmemesi değil yalnızca. Toplumsal hareketleri iyi analiz edememek hatta ve hatta Ortadoğu söz konusu olunca tabandaki dinamik aktörlerle değil bizde de bir aydın hastalığı olarak tezahür eden “elitlerle oturup kalkmak” alışkanlığı. Şimdi ise Ortadoğu’nun gerçek sosyolojisi siyasette var olmaya başlıyor. İsrail’in varolduğu bir coğrafyada kendinin yeni yeni farkına varan bu sosyoloji ile ilişkiler eskisi gibi yöneticilerle kurulan “sadece duygusal” ilişkilerle yürütülemeyecektir.
ABD Başkanlık seçimlerini Washington’dan izleyen Kılıç Buğra Kanat ise Latino Amerikalıların ve diğer bütün “ötekilerin” “Beyaz Amerikalılara” karşı kazandığı bir zafer olarak görülen ikinci Obama döneminin daha cesur ve idealist politikaların yürürlüğe sokulduğu bir dönem olacağını öngörüyor. Çok da üzerinde konuşulmayan Asya Pasifik ve Afrika stratejilerinin de önümüzdeki dönemde Amerikan dış politikasındaki öncelikli yerlerini koruyacağına dikkat çekiyor.
Ergun Özbudun ve Yusuf Tekin’in yazıları ise “yönetimde çift başlılık sorununun” kaynakları ve çözüm yolları üzerine. 82 Anayasası’nın nevi şahsına münhasır şekilde dizayn ettiği Cumhurbaşkanlığı modelinin yarattığı sıkıntıların altını çizen yazarlar, çözüm noktasında iki farklı görüş ileri sürüyorlar.
Salih Demir’in MHP’nin AK Parti ve CHP arasına sıkışmışlığını dile getirdiği yazısı da oldukça dikkate değer. Nazife Şişman, “Filistin’in müziğini yapan” Le Trio Joubran’dan söz ediyor ve lafı göçmenlik ve kimlik konularına getiriyor. Turan Kışlakçı bizi yakın zamanda vefat eden Müslüman kadın düşünür Meryem Cemile ile tanıştırıyor. Murat Güzel ise 4-5 ay önce gazete sütunlarında yürütülen İslamcılık tartışmasının derlendiği “İslamcılık Öldü mü?” isimli kitabı haber veriyor.
İyi haftalar...