Belli ki yeni aktörler üzerinden şekillenen yeni bir coğrafyayla karşı karşıya kalacağız. Kimin hangi tarihte devrileceğinin ya da siyasi ömrünü ne kadar uzatabildiğinin değeri yok. Aktörler değişiyor, rejimler yıkılıyor. Kuvvetle muhtemel, siyasi sınırlar üzerinde de beklenmedik değişimler yaşanacak.
Devletlerin yegane oyun kurucu olduğu dönem çoktan kapandı. Onun yerine en az devlet kadar, bazen ondan daha güçlü aktörler geliyor. Ya da devlet kadar güçlü olmasa da, oyun kurabilme yeteneğine sahip aktörler sahneye çıkıyor.
İşin en ilginç yanı da tam bu noktada. Ayaklanmalar, rejim değişiklikleri, devrimler ve bu parantezdeki tüm hareketler, var olan yapıyı korumak adına gerçekleşmiyor. Belki de tam aksine ‘bölünme’nin meşrulaşması için mücadele ediliyor. Başka bir deyişle, kendi özgürlükleri adına mücadele eden geniş kesimlerin tezleri, birlikte yola devam etmekten çok, ‘herkesin kendi payına düşeni alması’ yönünde gelişiyor.
Gelenek nereye kadar?
Arap Baharı adı verilen sürecin, baskıcı rejimlerin sona ermesi ve yerine daha demokratik yapıların gelişi olarak okunması, ilk bakışta doğru görünüyor. Sonuç itibarıyla insanların özgürlük ve adalet duygularıyla hareket ettiğini kimse inkar edemez.
Ancak biraz daha yakından baktığımızda manzara çok farklı. Libya ve Suriye gibi örnekler soğukkanlı biçimde incelenirse, rejimi ya da mevcut diktatörü yıkmak için harekete geçenlerin, amaçlarına ulaştıktan sonra ülkeyi bir ve bütün olarak yönetme konusunda kafalarının hayli karışık olduğu görülebilir. Nitekim bugün Libya’da kelimenin tam anlamıyla kan gövdeyi götürüyor ve bu haliyle ülkenin bütün olarak varlığını sürdürmesi neredeyse imkansız. İlginçtir, Türkiye dışında hemen herkes doğrusu buymuş gibi davranıyor.
Mısır gibi devletin kurumsal anlamda güçlü temellere sahip olduğu, özellikle de başka ülkeleri etkileme kapasitesi yüksek ülkelerde durum farklı. En azından şimdilik. Türkiye ve İran için de aynı tespiti yapmak mümkün. Ama bu özellikleri, söz konusu ülkelerin günü geldiğinde bu yönde sorun yaşamayacağı anlamına gelmiyor. Nitekim Türkiye’nin Kürt sorununda geldiği noktaya bu çerçevede bakmak yararlı olabilir.
Irak örneği ve parçalanma
Biraz karmaşık bir konuyu ele aldığımın farkındayım elbette. Ama zihninizde daha berrak hale getirmek için çok daha somut bir örnekten hareket edelim.
Yıllar yılı Irak’ın bölüneceğini iddia edenler, komplo teorisi üretmekle suçlandı. Birinci ve ikinci işgal girişimlerinin ardından Irak’taki merkezi yönetim (Saddam) tamamen ortadan kaldırılınca, gerçekle karşı karşıya kaldık. Artık Irak’ın kuzeyinde yarı bağımsız bir yapının, Bölgesel Kürt Yönetimi’nin olmasını yadırgamıyoruz. Dahası Bağdat’ta başbakan sıfatıyla oturan kişinin, Irak’ın Bağdat’tan güneye kadar uzanan alanda bir Şii Arap devletini inşa etmesine de tepki vermiyoruz.
Şu günlerde petrol gelirleri üzerinden Bağdat ve Erbil hattında yaşanan çatışma, hiç kuşku yok ki adına Arap Baharı dediğimiz sürecin hızlandırdığı bir ayrışmanın ifadesi.
Yine kuşku yok ki benzeri bir durum Suriye’de yaşanacak ve bugün siyasi muhalefetin merkezinde yer alan Sünni Arapların, bu ülkenin tamamını kontrol edecek bir yönetim oluşturmalarına izin verilmeyecek.
Devlet dışı güçlerin, devletimsi yapıların, hatta sivil aktörlerin daha etkin olacağı bir döneme zihinsel olarak hazır olup olmadığımızı sorgulamak için sesli düşünüyorum. Ortaya çıkan manzarayı, ne tek başına olumsuz, ne de demokrasi şöleni gibi görmeden, yeni coğrafyada nasıl ayakta kalacağımızı düşünmenin herhalde sakıncası yoktur!