Türkiye’deki paralel yapının mevcut iktidara karşı operasyona başlama tarihi 17 Aralık 2013 değil biliyorsunuz. Hükümet karşı hamleye bu tarihten sonra başladı ama aslında bütün dünyanın gözü önünde yapılan ilk saldırı 7 Şubat 2012 tarihinde olandı. MİT Müsteşarı Hakan Fidan başta olmak üzere üst düzey istihbarat bürokratlarını hedef alan o günkü operasyona Türkiye’nin “içeride” karşılık vermemiş olduğuna dikkat etmek lazım. Bu olaydan kısa bir süre önce gerçekleşen Oslo görüşmelerinin sızdırılması operasyonu gibi 7 Şubat da içeriden ziyade dışarıdan gelen bir hamle olarak algılanmış olmalıydı.
Göreve getirildiği günlerden başlayarak hem içeride hem dışarıda kotarılmak istenen MİT Müsteşarını hedef alan operasyonların Hakan Fidan’ın şahsıyla ilgili olmadığını anlamak için istihbarat uzmanı olmaya gerek yok. Mesele Türkiye’nin kendi “milli” istihbarat aygıtını doğrudan siyasi iktidarın kontrolüne almasına izin verilmek istenmemesi olmalıydı.
MİT Müsteşarına yönelik yıpratma faaliyeti yürüten ve hatta sürecin belirli bir aşamasında fiili bir tasfiyeye cüret eden güçlerin burada kendilerine ait bir amaç taşıdıklarını düşünmek de yanlış. Taşeron yapıların bu tür faaliyetlerde kendi amaçları söz konusu olamaz. Ama destek aldıkları kitleyi yaptıkları şeyin doğruluğuna inandırmak ve elemanlarını motive etmek için birtakım gerekçeler ileri sürmek zorundadırlar. Ülkenin en üst seviyedeki istihbarat yöneticisine iliştirilmek istenen İran bağlantısı iddiası hepimize komik gelse de taşeron yapının kendi içinde ihtiyaç duyduğu meşruiyeti sağlamak için gerekli bir gerekçe!
Herhangi bir kişiye veya gruba aynı anda hem İran taraftarlığını hem de El Kaide destekçiliğini yakıştırırsanız bu ikisinin ne olduğunu bilenler size gülerler. Ya espri yaptığınızı düşünerek en azından nezaketen gülerler, ya da cehaletinizle cesaretiniz arasındaki orantısızlığa bakıp gülerler. Ama gülerler. Ne var ki Türkiye’de “milli” istihbaratın yöneticisi hakkında böyle bir iddia ortaya atıldığında gözü kapalı buna inananlar bulunabiliyor. Cemaatler bunun için lazım işte!
Bazen de dünya kamuoyuna bir algıyı yerleştirmek icap ediyor. O zaman itibarlı yayın organları ve itibarlı imzalara ihtiyaç duyuluyor. Symour Hersh böyle biri. İyi niyetinden şüphe etmeye gerek yok ama yanlış yönlendirildiği belli. Bu da yapılan işin doğası gereği gazetecilerin başına gelmeyen bir şey değil ne yazık ki. Burada asıl önemli olan bu tecrübeli gazeteciyi “Suriye’de geçen Ağustosta rejim güçlerinin düzenlediği söylenen kimyasal silah saldırısını aslında Türkiye’nin desteklediği muhalif Nusra grubu gerçekleştirdi” iddiasını dolaşıma sokmaya ikna edenlerin kim olduğu ve neyi amaçladıkları...
Bana sorarsanız Pulitzer ödüllü Seymour Hersh’e yutturdukları dezenformasyonla bunca yıllık itibarını zedeleyen o meşum makaleyi yazdıran güç Türkiye’de MİT tırlarına yönelik operasyon yapanları veya dışişleri bakanlığında dinleme faaliyeti gerçekleştirenleri yönlendiren güçle aynı olmalıdır.
17 Aralık-30 Mart sürecinde daha ziyade iç kamuoyuna yönelik bir algı operasyonu yürütüldü. Öyle görünüyor ki şimdi sıra bugüne kadar nispeten düşük yoğunlukta sürdürülen uluslararası kamuoyuna yönelik operasyona biraz daha ağırlık verilmesinde.
Bu yüzden, artık Cumhurbaşkanlığı seçiminin sath-ı mailine girmiş bulunan Türkiye’nin dış politikada mümkün olduğunca daha az hata yapmaya ve geçmişteki hataları düzeltmeye yönelik bazı yeni adımlar atmaya ihtiyacı var. Bunlar kadar önemli olan bir diğer husus da içeride olup bitenlerin dışarıda nasıl yansıdığına dikkat etmek...