Siz bu satırları okurken sandık sonuçları netleşmiş olacak. Herhangi bir yerel seçim sonucundan daha farklı ve kritik olduğunu bildiğimiz bu tablo da Türkiye’nin yakın geleceğine dair hepimize bir fikir, bir endişe ya da bir umut verecek.
Ben, bu seçim kampanyasının istim alışından bu yana, kimin kazanacağından çok, içine girdiğimiz siyasi gerilim girdabından nasıl çıkacağımıza kafa yordum ve vurgu yaptım. Önümüzdeki dönemde de asıl kaygının bu olması gerektiği kanaatindeyim.
Bu açıdan, AK Parti eski milletvekili Süleyman Gündüz beyin dünkü Yeni Şafak gazetesinde yer alan şu satırlarının altını takdirle çiziyorum:
“Seçim sonrasında ayrıştırıcı siyaset dilinin bütünleştirmeye yönelmesi gerekir. Bu kısır döngüden çıkıp, sabırla, adaletle, kin ve öç alma duygusuna alan bırakmadan, kırmadan, dökmeden ortaya çıkan tahribatın telafi edilmesi gerekir. Başka Türkiye yok; yaralarımızı birlikte saracağız, bu gerilimli ortamdan el ele çıkacağız.”
Gerçekten de mesele budur. Toplumsal barış ve huzura yeniden nasıl kavuşacağımızdır. Elbette, biriktirdikleri kin ve öç alma duygusu ve mutlak muzafferiyet tutkusuyla bu yaklaşıma karşı çıkacak, bunu gaflet, dalalet ve hatta hıyanet sayanlar olacaktır. Ama tarih, tam da böylesi radikallerin kendi toplumlarına verdikleri korkunç zararların hikayeleriyle doludur. Türkiye’nin de, umarım, bunlardan ders alacak kadar olgunlaşmış bir politik tecrübesi vardır.
Hemen ilave edeyim ki, hedefin toplumsal barış olması gerektiğini söylemek, son dönemde ortaya çıkan hukuksuzlukları, demokrasiye ve milli güvenliğe yönelik tehditleri görmezden gelmeyi önermek değildir. Sadece, bunlara karşı mutlaka hukuk ve hürriyet sınırları içinde tedbir alınmasını savunmak demektir.
Söz konusu tehditlerin varlığını ayan-beyan gösteren olaylardan biri, Dışişleri Bakanlığı’nda yapılan Suriye konulu gizli bir toplantının ses kaydının internette ifşa edilmesiydi. Bu, failleri henüz meçhul bir suç olsa da, hem iktidarın gerçekten de görünmeyen bir hasım tarafından hedef alındığını, hem de bu görünmeyen hasmın çap ve cüretini sergilemesi açısından bir kilometre taşıydı.
Bu vesileyle, söz konusu kaydın içeriğine dair koparılan yaygarayı (yani “seçim yatırımı olarak savaş çıkarma” ithamını) ikna edici bulmadığımı belirtmek isterim. Bağlam dışında alıntılanan bir kaç cümleden yola çıkılarak yapılan bu yorumlar, siyasi kültürümüze iyice hakim olan “öküzün altında buzağı arama” refleksinin yeni bir örneğinden başka bir şeydir kanımca.
Peki ama bu gibi tehditlere (ve yolsuzluk ve yetki aşımı gibi diğer sorunlara) karşı tutum alırken hukuk ve hürriyet içinde kalmak ne demektir?
Evvela, kimler somut suç işlemiş ise onları yargıya taşımak, fakat geniş kitleleri tahkir etmekten, hedef göstermekten kaçınmaktır. Aksi bir tutum, masum insanlara karşı haksızlık olacağı gibi, tüm ülkeyi gerer, düşmanlığı körükler, aileleri böler, ekonomiyi bile vurur.
İkincisi, ortada olağanüstü bir tehdit olduğunu düşünerek demokrasinin olağan özgürlüklerini kısıtlamamaktır. Kemalist elitin 90 yıl boyunca başvurduğu “önce tehdit bitsin, sonra özgürlüğe bakarız” şablonunu tekrar etmemek, özgürlüğü hem kendi başına bir değer hem de çözümün parçası saymaktır.
Bu tutumları esas almak içinse vakit hiçbir zaman çok geç değildir. Gerçekten dilersek, yepyeni bir sayfayı bugün, hemen, hep birlikte açabiliriz.