Bir kesim, “Tayyip Erdoğan Brüksel’e gider, orada iyi bir dayak yer gelir” ümidiyle baktı son geziye. Öyle olmadı, ama o kesim, medyasında hala Avrupa’yı “sorguya çeken”, Tayyip Erdoğan’ı da “güvence veren” konumda göstermeyi tercih etti. Oysa Tayyip Erdoğan’ın, “savunma psikolojisi” içinde değil, “durumu izah eden” konumda olduğu gayet açık. Avrupalı liderlerin de, Erdoğan’daki bu özgüveni gözlemledikleri her hallerinden belli.
Bu tespiti yaptıktan sonra, Hükümet olarak üzerinde durulmasını gerekli gördüğüm bir başka konu var:
Başbakan Erdoğan’ın bu geziyi önemsediği açık. Çünkü, içerde yaşananların AB nezdinde de bir karşılık oluşturduğu, AB adına kimi beyanatların uluslararası boyutta AK Parti hükümetine yönelik negatif bir algı bulunduğu izlenimi verdiği kanaati, Hükümet nezdinde de ciddi bulundu. AB ile ilişkilerin tamiri istendi. Bir eziklik duygusu içine girmeden, bazı adımlar atılması öngörüldü. Brüksel ziyareti bu fırsatı sağladı.
Acaba Hükümet nezdinde, tüm bölgeye ilişkin stratejilerde yeni bir değerlendirme yapma ihtiyacı hissediliyor mu?
Ortadoğu’nun dönüşme süreci Türkiye’nin öngördüğü çerçevede ilerlemiyor.
Evet, “Arap baharı” süreci başladı, ama ilerlemekte zorlanıyor. Suriye insani bir drama dönüştü. Mısır’da darbe oldu.
Bunlar Türkiye’nin arzuladığı şeyler değildi. Bu süreçte Suriye konusunda Rusya ve İran ile Mısır konusunda Amerika ile farklılaşıldı. Suriye konusunda Amerika ile de paralel duruş beklenirken orada bile, yer yer farklılaşmalar oldu. Mısır’da, Suriye konusunda paralel hareket edilen Suudiler ve Körfez ülkeleri ile de farklılaşıldı. Tunus, Libya, Cezayir, Fas henüz oturmadı.
Türkiye’nin, 1950’den bu yana demokrasiyi oturtmaya çalıştığı halde, hala sancılar yaşadığına bakılırsa, Ortadoğu’nun “normalleşme” denilen hadiseyi sihirli bir değnek dokunmuşçasına bir çırpıda gerçekleştiremeyeceği açık bir gerçek.
AK Parti kadrolarının, Türkiye’nin son 11 yıldaki dönüşümünü, iç direniş odaklarına karşı, gerek ABD’nin darbe odaklarına ümit vermemesi, gerekse AB normlarının ithali ile gerçekleştirdiği bir vakıa.
Tabii burada, AK Parti’nin halkta çok ciddi bir karşılık bulması da hayati değer taşıyor. Ama Türkiye’de halk desteğinin, yüzde 99’larda olsa bile, bazen kıymet-i harbiyesi sıfırlanan bir olgu olduğu da görmezden gelinemez.
Evet, bu coğrafyada olan bitenlerle Türkiye’nin ilgilenmemesi diye bir lüks yok. Yine Türkiye’nin bu coğrafyada olan bitenleri etkileyebileceği de bir gerçek. Ama bazı durumlarda etkileme gücünün yeterli olmadığı gerçeği de önümüzde duruyor.
Hatırlarsak gerek Clinton gerek Obama, dünyada birçok problemin Türkiye’nin katkısı olmadan çözülemeyeceğini ifade etmişlerdi.
Şöyle bir soruya ne denir?
- Acaba İslam coğrafyası dediğimizde, Türkiye dahil herhangi bir İslam ülkesinin, başka dünya güçleri olmadan bu coğrafyada köklü değişimler gerçekleştirmesi mümkün olabilir mi?
Ben, 11 yıl önce yola çıkarken, AK Parti’nin Refah politikalarından farklı bir “reel politik” değerlendirmesi yaptığını düşünmüştüm.
AK Parti iktidarının, Erdoğan - Gül - Davutoğlu’nun diplomatik gayretleri, içerde sağlanan siyasi - ekonomik istikrar sayesinde Türkiye’yi etkin bir güç haline getirdikleri muhakkak. Ama bu gücün de, başka güçler gibi “göreceli” olduğunu unutmamak lazım. Bu coğrafyada, dünyanın en etkin gücü olan ABD’nin yapabileceği şeyler sınırlı olduğu gibi, Türkiye’nin gücünün de sınırı vardır.
Şu sorular önemli diye düşünüyorum:
- O sınır nedir?
- Bu coğrafyada hala etkin olan güçler hangileridir?
- Türkiye, Ortadoğu politikalarını oluştururken, hem bölgede bulunan hem de dışardan bölge ile ilgilenen hangi güçleri hesaba katmak durumundadır?
- 11 yıl önceki değerlendirmeler bugün ne kadar farklılaşmış, ne kadar aynı kalmıştır?
- İslam coğrafyasının sağlıklı bir dönüşümü için nasıl bir süreç öngörülmelidir?
- Ve Türkiye hem söylem, hem eylem planında nasıl bir duruş sergilemelidir?
Yeni bir beyin fırtınasına ihtiyacımız bulunduğunu düşünüyorum vesselam.