Türkiye çok önemli bir ülke, çok önemli bir demokrasi tecrübesi var, milli geliri bir trilyon dolar gibi çok önemli bir eşiğe yaklaştı, dış ticaret hacmimiz yarım trilyon dolara geliyor, NATO, Avrupa Konseyi gibi çok önemli kurumların üyesiyiz, AB ile müzakere sürecini yürütüyoruz, böyle bir ülkenin tökezlemesinin geçici olacağı aşikar.
Tam da bu nedenlerden ben de Cuma günleri yazılarımı yeni anayasa konusuna ayırmak ve bu alana ilişkin, aklımın erdiği ölçüde, öneriler getirmek istiyorum zira bu ülke hakikaten tökezleyecek ise 1982 Anayasasını değiştir(e)mediği için tökezleyecektir.
Çok gecikmeyeceğini umduğum, daha özgür ve daha zengin bir gelecek için zorunlu gördüğüm yeni anayasada artık, 2014 senesi itibariyle, herkes için olmasa bile aklı başında insanlar için sorun oluşturduğu aşikar konular mevcut, umarım bu anayasal alanlar hemen bir düzenlemeye konu olurlar ve Türkiye normalleşme sürecinde bir adım daha atmış olur.
Genelkurmay Başkanı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması, Milli Güvenlik Kurulu’nun anayasal statüsünün sonlandırılması, Askeri Yargıtay, Askeri Danıştay (AYİM) gibi kurumların ilgası, anayasada bir özel isme yer verilmemesi, bir milliyetçilik türünün anayasal milliyetçilik olmaması, gerçek bir anayasal vatandaşlık tanımının benimsenmesi, vs yukarıdaki bahsettiğim mutabakat alanlarının başında geliyorlar, aklı başında bir kişinin artık bugün MGK gibi bir kurumun anayasal statüsünü savunacağını düşünemiyorum.
Bu düzenlemeler en kısa sürede yapıl(a)maz ise Türkiye’nin 2023 perspektifi çok olumsuzdur, bu böyle biline.
Bir de üzerinde mutabakat oluşmamış bile olsa, tartışılan alanlar mevcut, bu tartışmalar meşru tartışmalar, meşru diyorum zira parlamenter sistem ya da başkanlık sistemi tartışmasının her iki yönü de meşrudur, biri siyaseten kazanacaktır ama MGK anayasal statüsünü korusun demek artık meşru bir anayasal talep değildir.
Bu satırların yazarı parlamenter bir sistemden yanadır ama başkanlık sistemine de köktenci bir üslupla asla karşı değildir, meselenin bir şahsa indirgenmesini de sağlıklı bulmam, sağlıklı bir tartışma süreci içinde bu alanda bir noktaya gelinebileceğini düşünüyorum.
Bir de, anayasal tartışmalarda pek girilmeyen konular var.
Benim uzun sürelere yayılan Türkiye gözlemlerim, Türkiye okumalarım dört konuda katı anayasal düzenlemelerin gerektiği noktasına beni taşımıştır.
3 Kasım 2002’de başlayan çok olumlu bir sürecin 2010 sonrası çalkantılara girmesinin nedenlerini de bu dört noktada anayasal düzenlemelerin eksikliğine ve bu eksikliğe bağlı olarak da yapılan bazı düzenlemelerin siyasi sistemi tıkamasına bağlıyorum.
Bunlardan birincisi bütçe açıklarına anayasal bir sınırlama getirilmesi konusudur; bu konu bugün AK Parti’nin uzak ara en başarılı alanıdır, bugün bir mevcut sorun yoktur,Avrupa’da da en başarılı ülkeler arasındayız ama yarın başka bir siyasi oluşumun bu konuda nasıl bir tavır alacağı belirsizdir, genlerimizde, yapımızda bu dürtüler mevcuttur, bütçe disiplinsizliğine dayalı bir sistemin bizleri nerelere götüreceği de bellidir, bugünden anayasal önlemler almak gerektiğini hatırlatıyorum.
İkinci konu bankacılık sisteminden devletin mülkiyet anlamında elini çekmesinin anayasal ilkelere bağlanması gereğidir; devlet mekanizmasının, devlet bankaları aracılığıyla büyük fon akımlarını kontrol etmesinin demokrasi, adil siyasi rekabet ve hukuk devleti ile uyumsuz olduğu fikrindeyim.
Üçüncü konu kamu harcamalarının gerçekleşmesi sürecinde büyük bir öneme ve paya sahip kamu ihale sisteminin istikrarının, kısa vadede değişmezliğinin, tarafsızlığının, küresel rekabete açıklığının anayasal temellere kavuşturulmasıdır.
Dördüncü ve son konu ise demokratik temellerde gerçekleşecek imar planlama sürecinin anayasal ilkelerle öngörülebilirliğinin korunması meselesidir.
Kamu bankacılığının olmadığı, imar planlarının ve kamu ihale yasalarının değiştirilmesinin çok zor olduğu, bütçe açıklarına anayasal bir tavan getirildiği bir Türkiye’de siyaset tamamen daha nitelikli kamu hizmeti üretme rekabetine indirgenir ve çok da iyi olur.