Türkiye yakında bir “Çolaklar Cumhûriyeti” hâline gelirse hiç hayret etmeyeceğim.
Baksanıza herkes birbirine durmaksızın “elini taşın altına koyma” tavsiyesinde bulunup duruyor.
Bu tavsiyelerin sâdece yarısı yerine getirilse ortalıkda çolakdan geçilmeyecek.
Mütemâdiyen bu lakırdı:
“Ee, tabii herkesin biraz elini taşın altına koyması lâzım.”
Beyler, ben elimi taşın altına koymak istemiyorum!
Bir kere çok acıyacağını bildiğim için istemiyorum. Bu yaşdan sonra bir de buna katlanamam!
İkincisi bu tavsiyede bir hinoğluhinlik sezinlediğim için istemiyorum, çünki nedense kimse çıkıp da “Bakınız, ben elimi taşın altına koyuyorum!” demiyor. Herkes bunu başkalarından bekliyor.
Ben ömrümde elimi ne zaman taşın altına koyduysam ya işimden kovuldum ya mahkemeye verildim ya da lafzen hakârete uğradım.
Öyle öyle derken de tedrîcen artık elimi taşın altına koymamaya karar verdim.
Şimdiyse fevkalâde rahatım.
Hani derler ya; sıcacık aşım, rahatdır başım!
Onun için bundan böyle isteyen istediği elini istediği taşın altına koysun, benden paso!
***
Geçenlerde bir okuyucumdan aldığım uzun bir mektubun özetiydi bu.
Genellikle uzun mektubları okuyamıyorum, zîrâ vaktim dar ama bunu okudum. Nedense ilgimi uyandırdı.
Bu tanımadığım okuyucumun hangi sebebden ötürü beni bu karârından haberdâr etme ihtiyâcını duyduğunu bilmiyorum. Fakat zor bir karâr almış olduğu kesin. Uygulayabilir mi bilmem.
Ben ömrüm boyunca muhtelif kereler buna benzer kararlar aldığımı, ama hiçbir seferinde tutamadığımı biliyorum.
Suya sabuna dokunmamak belki akıllıca bir hayat felsefesi ama sonra adama, Orhan Veli gibi “Pise bak!” da diyebilirler.
Zâten “aydın” ve “entellektüel” arasındaki fark da budur:
Aydın, çağının bilgileriyle donanarak, adı üzerinde, “aydınlanmış” olan kimsedir. Ama bu “teknik” bir durumdur.
Entellektüel ise, aydınlanmış olmasının yanısıra kendini bütün dünyâdan “sorumlu” da hisseden kişidir.
Bu ise “teknik” değil “etik” bir durumu ifâde eder.
Entellektüel, ucunda ölüm tehlikesi dahî olsa doğru bildikleri yoldan şaşmayan insanlardır.
Eğer sıkıyı görünce dönüyorlarsa bilin ki entellektüelin hası değil çakmasıdırlar.
O bakımdan gerçek entellektüellere insanoğlunun yüzakı demek bile bence câizdir.
Bütün bunların durup dururken nereden aklıma geldiği sorusuna gelince...
Son zamanlarda sık sık zihnimi işgâl eden bir konu bu.
Çok geriye gitmeksizin sâdece 20. Yüzyıl’ın târihine göz gezdirdiğimiz zaman entellektüel diye adlandırdığımız insan türünün özellikle dikta rejimlerinde, ama ondan çok daha düşük düzeydeki otoriter rejimlerde bile hangi “ölümcül” tehlikelere göğüs gerdiğini tesbît ederek derin bir hayranlık, derin bir saygı duyuyorsunuz. En azından ben öyle hissediyorum.
Ama sonra kendi târihimizin çok yakın dönemlerine, yâhut aktüalitesine yöneldiğim zaman pek de övünç duyduğumu söyleyemiyorum.
Almancada “paltosunu rüzgâra göre çevirmek” diye bir deyim vardır bu eyyamperestlerin davranış tarzı için. Seinen Mantel nach dem Wind drehen...
Bakıyorum da, Yâ Rabbî, ne çok “yelkenci” var aramızda!
Millî sporumuz güreş değil bu zâhir!