Ozu’nun 1951 yapımı Erken Yaz filminde, bir ailenin etrafında yıkıcı savaşın hemen ertesinde Japon toplumundan sükunet dolu bir kesit sunulur. Çocuklar, aile büyükleri, kardeşler, arkadaşlar arasında sanki hiç savaş yükü görmemiş bir toplumun adeta huzur dolu, saygın ve insani bir portresi çizilir. Özellikle ev içi kullanım mekanının insan ölçekli olması ve insani duyarlılığın hemen her karede kendini hissettirmesi, insan ruhuna bir sekinet verir. Tüm bu olan bitenler arasında, özellikle iç mekanda bir şeyin eksikliği kendini hiç de aratmaz: televizyon. Bu artık yabancılaştırıcı, iletişim karşıtı ve insanisizleştirici aygıt insanları henüz birbirinden koparmamakta, ayırıcı, tekleştirici bir rol üstlenmemektedir. Evin bir köşesinde kendi kendine konuşan ancak asla karşılıklı iletişime geçmeyen bir insan görünümündeki otomaton daha insanların hayatına bugünkü kadar sokulmamıştır. İnsanlar akşam evde bir araya gelip birbiriyle iletişime geçmekte, sofra başında düşüncelerini paylaşmakta, birbirleriyle daha uzun zaman harcamaktadırlar.
Televizyonun zuhur edip insanlararası iletişimin azalmasıyla ilişkiler arasında kopuşlar yaşanmış, herkes kendi aleminde bir varlık oluşturma yoluna yönelmiştir. İşte televizyonun bu yabancılaştırıcı ve, neden söylemeyelim, yıkıcı tesirlerinden evvel görsel planda sinemanın, sinema salonlarının yeri farklıydı. Kışın ve baharlarda insanlar için gerçek bir sosyal ilgi konumundaki sinema, yazın yazlık sinemaların kurulmasıyla hem sanal hem de kişilerin bizatihi varlığıyla sosyalleşilen bir faaliyet alanına dönüşürdü.
Televizyonun olmadığı yıllarda yazlık sinemalar başlı başına görsel bir sunum alanı, üstelik de seyircinin nidaları, heyecanları, değişik duygusal tepkileriyle birebir etkileşim mekanlarıydı. Haftada bazen iki filmin oynamasıyla daha bir hız kazanan seyir eylemi, sezonda kaçan filmlerin veya tekrarların tecrübe edilmesine fırsat tanıyordu. İnsanların ortak bir görsel tecrübe faaliyeti, sonradan oluşan değerlendirme ortamlarında yine az-çok ortak bir dilin ortaya çıkmasına yol açıyor, ev içi sosyalliği başka bir zemine taşınıyordu. Adeta rakipsiz konumuyla belli duygusal bir ayrıcalıklığa da sahip olmuyor değildi. Duygusal planda hafızada ve hatıralarda hak ettiği yeri alıyor, kimi durumlarda bütün aile fertlerinin, yaş umursamaksızın, ilgisine mazhar oluyordu. Mahalle aralarındaki boş arsalarda kurulan yazlık sinemalar, film başlamadan ve aralardaki adeta ritüellerle herkesin ilgi odağı olabiliyor, havasına girenin elini boş çevirmiyordu. Açık hava sinemasının bu değişik evreni, çocuklardan başlayarak hemen her yaş grubunu teshir edebiliyordu. Çocukluğumdan hatırladığım, Ortaköy’deki set halinde yokuş yukarı yaslanmış iki bin seyirci kapasiteli Çamlıset sineması, şimdi otopark olan Barbaros yazlık kısmı, diğer yazlık sinema mekanlarıyla ikonik bir değerde hafızalardaki yerini koruyor. Şehrin değişik amaçlı mekanlarının görsel hafızadaki yeriyse, bir başka açıdan sinematografik bir değer taşıyor.