Geçtiğimiz akşam bir televizyon kanalında izlediğim belgeselin ismiydi bu... Büyük kentlerdeki yaşlı, yalnız ve yoksul insanların hayat hikayelerine kulak vereceğiniz veya vermeyeceğiniz bir belgesel... Devamı var mıydı, tek film olarak mı çekilmişti bilmiyorum, biraz baktım, taradım, çok bilgi de bulamadım açıkçası ama seyrettiklerim kalbimi burktu...
Hasta ve üzgün her annede rahmetli annemi gördüğüm gibi, olgun yaşta ve yorgun her büyüğümüzde de babamı görüyorum artık. Hatta belgeseli seyrederken içime ateş düştü, babam yaşlardaki adamların, yıkıntılar arasında, pazar çadırlarının altında veya kirli paslı otel odalarında sürdürdükleri hayat içime oturdu.
Uzun zamandır bir vicdan konforu kurduğumu gördüm kendi kendime. Çünkü gerek belediyeler, gerek sivil toplum, gerekse hükümet politikaları çeşitli sosyal destek programlarıyla çalışıyordu epeydir. İçim rahattı bir nebze de olsa... Belgeselin gerçekçi ve hakikati yüze vuran anlatımıyla dedim ki; 'demek ki ulaşılmayan, haberdar olunmayan nice güçsüz, ihtiyar, kimsesiz insanımız var''...
Kimsesizliği genelde çocuklar için kullanırız. Veya dul hanımlardan bahsederken kimsesizliğe atıf yaparız. Ama çok da söz edilmeyen gizli bir kimsesizlik olarak yaşlıların hali gerçekten düşündürücüydü. Hele ki yaşlanmakta olan bir nüfusa sahipsek, çocuklara, gençlere yönelik destek programlarının yanı sıra yaşlılara destek programları hatta mimari ve toplumsal yaşam modelleri üzerinde de düşünmemiz icap ediyor...
Bizler meseleleri, ihtisaslaşmanın had safhada yaşandığı günümüzde, özellikle akademinin de verdiği etkiyle, hep küçük parçalara ayırarak halletmek istiyoruz. Oysa ne çocuklar, ne anne-baba, ne akrabalar, ne büyükler tek tek ele alındığında hakikatli neticelere varabiliriz. Bizler aile odaklı düşünmeyi bıraktığımız için, dezavantajlı her grubu kendi başına kurtaracak modeller geliştirmeye çalışıyoruz.
Oysa mesele büyük ve ailede düğümleniyor... Sosyal politikalar konusunda aile odaklı düşünmek ve çözümler aramak gerekiyor.
O ihtiyar ve sahipsiz insanların kederli kederli ağlayışları, hıçkırıkları ve ''inşallah sokakta ölmem' diye dua edişleri insanın içine oturuyor. İnsan'dan bahsediyoruz oysa. Hz. Ali'nin ifadesiyle; ''kainatın özetidir insan'. Şeyh Galip ise meşhur divanında insana ''zübde-i alem' der yani kainatın göz bebeği...
Peki tek göz pis bir odada, küçücük bir divanda, özürlü ve 60 yaşlarındaki oğluyla sırt sırta yatan 90 yaşındaki babamız nerede? Kainatın neresinde? Kimin göz bebeği? Bu köşelerde sessiz sessiz ağlayan gariplerin sesini işitmedikçe, büyük sınavlar bizi bekliyor demektir...
Allah rızası için; mahallenizde, sokaklarınızda biraz etrafınıza bakınarak, sorup soruşturarak gezininiz ne olur? Yüksek duvarlı, yüksek güvenlikli sitelerinizin dışında da bir hayat var. Komşularınızın kapısını çalın, hal hatır edin, sağda solda kimsesiz bir çocuk, beli bükük yoksul bir ihtiyar, soğukta titreyen bir anne var mı diye...
Dün girdiğim bir markette, 80 yaşlarında bir amca değneğine de tutunarak, televizyon kumandası ve pil istedi. Pillerin fiyatını sordu, 25 lira dediler, ''çok pahalıymış daha ucuzu yok mu, hastalarım var, televizyon seyredecekler' dedi, 10 lira olanından verdiler. Amcanın birden başı döndü, o kadar çok terlemeye başladı ki, ayakta duramayacağını söyleyince, tezgah ardındaki sandalyeye geçirdik onu... Üstü başı pırıl pırıldı. Kim bilir kaç çocuğu vardı, kim bilir emekli miydi, ev kirası veriyor muydu? Bir yığın soru işareti...
Yaşlılıkta yalnızlık ve yaşlılıkta yoksulluk çok zor.
Hayat dünyanın en hızlı akan nehridir. Büyüklerimizse bizlerin aynası...
Nine, Dede, Hala, Dayı, Teyze, Amca... Komşu, Bayram, Tebrik, Taziye... Bunları nostaljik kelimeler olmaktan çıkartıp, hayatımızı yeniden renklendirmemiz icap ediyor. Hayat sevgiyle renk kazanır, hayat emekle bereketlenir, sabırla tacını giyer...
Yoksul yaşlılarla hem hal olan dernekler, vakıflar vardır muhakkak, onlarla irtibatlaşmaya çalışacağım. İnşallah tecrübelerini sizlerle paylaşıp, aktarmaya niyetliyim.