Ömrü boyunca aradığı huzura kavuşan Ayşe Şasa, her yönüyle farklı, gelgitli, ilginç bir kişilikti... Çileli ve görkemli hayatı, tam da kendi kalemine uygun, çatışmalarını bizzat yarattığı, çok çarpıcı dönüm noktaları bulunan, epik bir filmin senaryosuydu sanki... Onu sinemamızda özgün bir dil yaratmaya çabalamış, bu yolda fikir üretmiş, birbirine karşıt siyasi kampların eşit derecede saygı duyduğu bir yazar olarak anımsayacağız.
Mesleğe Vedat Türkali’nin asistanı olarak başlamış; Kemal Tahir’e onu manevi babası olarak görecek kadar yakın olmuş; Atilla Tokatlı, Atıf Yılmaz ve Bülent Oran’ı eş seçmiş; “Son Kuşlar”, “Ah Güzel İstanbul”, “Ölmez Ağacı”, “Gramofon Avrat” misali bir dizi sevilen filmin senaryosuna imza atmış; atipik şizofrenisinin “kahırdaki lütufunun” tedavisini Muhyiddin Arabi’nin ‘’Füsûs’ul Hikem’’inde bulmuş bir yazar!
Yeşilçam filmlerinde senaryo hem biçim hem içerik olarak belirli bir formüle göre yazıldığı, yazarın da yönetmenin de yaratıcı olabileceği alan çok dar kaldığı için zihnindeki öyküleri izleyiciye ulaştıramadı bana kalırsa... İşinin gereğini yaptı çoğu kez, ama tutkuyla! Atıf Yılmaz ile paylaştıkları evin sandık odasına saatlerce kapanarak senaryo yazmak onun için bir terapi yerine geçiyordu elbette ama Arnavutköy Amerikan Kız Koleji mezunu, Robert Kolej’e devam etmiş bir zihniyet “Battal Gazi Destanı”nı ancak meslek gereği kaleme alır! Yoksa cezalandırılmak üzere kapatıldıkları odada kardeşi Bekir’i yatıştırmak için uydurduğu öykülerin devamı değildir onun senaryoları... Yazamadığı filmlerin senaristidir Ayşe Şasa.
Hastalık ve tedavi sonrası anılarını ve deneyimlerini aktardığı iki kitapta, “Bir Ruh Macerası” ve “Delilik Ülkesinden Notlar”da anlattığı öykülerden oluşan bir Ayşe Şasa portresi zihinlerimizde capcanlı kalacak, kuşkusuz. Öyküler diyorum çünkü o günkü aklının süzgecinden geçirerek, kendi kendinin terapisti olup psikanaliz notlarını açıklamaktadır adeta! Zamanında tutulmuş günceler değildir bu kitaplar; atlatılan badirelerin temize çekimidir, geçmiş müsveddedir.
Çocukluk travmalarını, yalnızlığını, kırgınlığını, bunalımlarını, Yeşilçam senaristliğini, şizofreniden felsefe çıkarışını, gençlik isyanıyla tanrıtanımaz Marksist kimliğini tercih etmişken Müslümanlığa dönüşünü anlatan “Bir Ruh Macerası” ve “Delilik Ülkesinden Notlar” nasıl da çarpıcı, nasıl da ibret alınası eserlerdir! Bir yandan merakla okursunuz bir yandan içiniz kıyılır gerçek olduğunu düşününce...
“Bir Ruh Macerası”nda zengin bir tacir olan babasıyla İsviçre’de kayak yaparken çekilmiş fotoğrafına bakarsınız şaşkınlıkla... O zenginlik, olanaklar ve geniş çevre içinde çektiği acıya, parlak bir zekanın ve yaratıcılığın mahkum olduğu zihinsel rahatsızlığa üzülürsünüz. Bir yandan da irkiltir sizi Ayşe Şasa... Başta onu mürebbiyelere teslim ettiği için annesi olmak üzere ailesini ve onların temsil ettiği Batılılaşma heveslisi Türk burjuvazisini hem suçlar hem yargılar! Mürebbiyelerinin din ve mezheplerinin altını çizer! Sanki Yeşilçam sızar Arabi’de ve İslam’da bulduğu hakikatin içine! Oysa kendisine ilgi gösteren Robert Kolej’in entelektüel çevresi de onu kolejli zengin kızı olarak dışlayan piyasa da nasibini alır eleştirisinden!
Şizofreni hastalığının onu iki dünya arasında salladığı yılları ve bakış açısını tepeden tırnağa değiştirmesini anlattığı “Delilik Ülkesinden Notlar”ın yardımıyla da anlarsınız ki bildiğiniz Ayşe Şasa, affetmeyi, sevmeyi, takdir etmeyi bilir ama denize attığı şişenin içine not koyup bulunmayı beklenen küçük kız çocuğu hala içinde bir yerlerdedir.
Ayşe Şasa’yı değil onu toprağa veriyoruz. Şasa, hayatı ve fikirleriyle, yazdıkları ve anlattıklarıyla daha çok tartışma açacak.