Yüksek Adalet Divanı her şeyiyle yok hükmündedir. Yassıada kararı bir hukuki işlem hüviyetine dahi sahip değildir. Karar olduğu iddia edilen şey Nasyonal Sosyalist Mahkeme kararları benzeri bir suç aletidir. Yeniden yargılamaya gerek yok. Ortada yargılanmamış bir cinayet vardır.
Türkiye, tarihini tartışmaya devam ediyor. Bunda sayısız yarar var. Zira bu tarihin karanlık sayfaları açılıp temizlenmeden Türkiye’nin toplumsal barışını sağlaması pek mümkün değil.
Şimdi Meclis’ten, Menderes, Zorlu ve Polatkan hakkındaki “Yüksek Adalet Divanı”nın verdiği idam kararının yok sayılması talep ediliyor. Gerekçe olarak da -medyaya yansıdığı kadarıyla- “Türk Milleti adına” karar verilmemiş olması gösteriliyor.
Hemen belirtelim ki bu eksiklik bir kararın “yokluğu”na yol açacak bir eksiklik değil.
Yokluk tartışmasını yapmanın daha temel gerekçeleri olmalı. Ki bu temel gerekçeler fazlasıyla mevcut.
Temel suçlama: Anayasa’yı ihlal
Hatırlayalım:
14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle 26 yıllık faşizan tek parti diktatörlüğü sona ermişti. Ancak demokrasiyi içine sindiremeyen bu parti ve onun ideolojisine göre biçimlenen ordu, yargı, üniversite ve medyanın 50’li yılların başlarından beri altyapısını bir koalisyon biçiminde hazırladığı bir cunta hareketi 27 Mayıs 1960’da darbe yaptı. Darbenin amacı sadece hükümeti devirmek değil, tek parti gereklerine göre biçimlenmiş siyasal düzeni yeni bir anayasa ile dokunulmaz kılmak ve seçilmiş hükümetlerin “27 Mayıs Koalisyonu”nun egemenliğine tehdit oluşturmasını engellemekti.
Bunun için ilk önce 1924 Anayasası ilga edildi. Sonra yeni bir sistem kurulması için düğmeye basıldı. Ancak bu yeni sistemin kusursuz işlemesi için temizlik yapmak gerekiyordu. Orduda ve üniversitede çok esaslı tasfiyeler yapıldı. Danıştay’ın yarısı, Yargıtay’ın başkanlar dâhil altıda biri ve yargının neredeyse yarısı meslekten uzaklaştırıldı. Bu şekilde başta basın olmak üzere ittihatçılık ve tek parti ideolojisinin taşıyıcısı sosyal, ekonomik, bürokratik tüm unsurlar yeniden siyasal düzenin sahibi kılındı. Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamı ise yeni sistemin meşruiyeti için, “doğru siyasal mesaj” oldu. DP’lilere Anayasa ile getirilen siyasi yasaklar bu tabloyu pekiştirmiş oldu.
Suçlamaların pek çoğu, olağan bir yargılamada ciddiye alınabilecek nitelikte değildi.
Ama temel suçlama Anayasayı ihlal suçuydu. Peki, ne yapmıştı DP’liler?
- Seçim kanununda iktidar lehine değişiklik yapmak ve hürriyetleri kısıtlayan kanunlar çıkarmak. Bunları da ciddiye alırsak, 1924-1950 arasında daha ağır icraatlara imza atan başbakan ve cumhurbaşkanlarının tamamının idam edilmesi gerekiyordu. Bu dönemde temel haklar sınırlandırılmadı, terörize edildi, ortadan kaldırıldı...
- Tahkikat (araştırma) komisyonu kurmak ve olağanüstü yetkilerle donatmak. Evet sorunluydu. Ama bu komisyon ile araştırılması arzulanan “bir siyasi parti ve etrafında toplanan yıkıcı unsurlar” konusu gerçekti ve sonuçta bunlar “27 Mayıs Koalisyonu” olarak darbeyi yapmıştı. Yargı bugünkü gibi adımlar atmayınca ve siyaset de basireti kaybedince eldeki tek tedbire, siyasal tedbire başvurulmuş oldu. Ama bu konuda Demokrat Parti’yi en son eleştirebilecek olanlar, onu yargılayıp kapatanlar ve sorumlularını idam ettirenler olabilirdi. Zira onlar zamanında araştırma yapacak bir komisyona dahi ihtiyaç duyulmamıştı.
- CHP’nin haksız iktisaplarının hazineye iadesi. Ülkenin tek parti diktatörlüğü ile yönetildiği 26 yıllık dönemde kamu mallarının parti hesabına geçirilmesi nedeniyle partinin bu haksız iktisabının halka iadesi anayasaya aykırı değil, bizatihi anayasal bir haksızlığın giderilmesi anlamına geliyordu.
- Kanun ile yüksek hâkimleri resen emekliye sevk etmek anayasayı ihlal ise, 27 Mayıs sonrası yaşatılan kıyımlara bakıldığında, sözün bittiği noktada olduğumuz aşikardır.
Suçlu ile mağdurun yer değişimi
M. Aksoy, H. V. Velidedeoğlu, T. Feyzioğlu, H. N. Kubalı gibi demokrasi, bilim ve hukuk adına hayırla yâd edilmeyecek akademisyenlerin icazeti ve zorlamasıyla bu ve benzeri suçlamalar bir bütün olarak “anayasal düzenin silah zoruyla değiştirilmesi” suçuna tercüme edilmiş ve idamlara giden yol açılmıştı. Demokrat partililerin söz konusu kanunların çıkarılması sırasında parlamentoda el kaldırmış olmaları suç fiili olarak kabul edilmişti. (Aynı yaklaşım sonradan Fazilet Partisi ve AK Parti hakkındaki kapatma davası iddianamelerinde zuhur etti).
Oysa Anayasayı silah zoruyla değiştirme eylemi 27 Mayıs 1960 sabahı gerçekleşmişti. Dolayısıyla Ceza Kanunu anlamında esas idamlık eylemleri yapanlar darbeciler ve onlar adına yargılama yapanlardı. DP’lilerin eylemleri ise, ihlal ettikleri varsayılan anayasanın ilgasıyla suç olmaktan çıkmış olmalıydı.
Usul açısından;
1. Yassıada’da yargılama yapanlar ile bunlara o yetkiyi verenlerin dayandığını iddia ettikleri hukuki metinler, ya darbeciler tarafından ortadan kaldırılmış ya da bizatihi darbecilerin yargılanmasını emreden normlar idi. Dolayısıyla yapılan yargılama yetki ve görev itibariyle anayasaya, hukuka ve temel hukuk ilkelerini ihlal anlamına geliyordu.
2. Yargılanan kişiler milletvekili dokunulmazlığına sahip oldukları halde, bu gözardı edilerek yargılama yürütüldü.
3. Sonradan olaya özgü olarak kurulan bir mahkemede yargılama yapıldı, “doğal yargıç ilkesi” ihlal edildi. Anayasaya ve temel uluslararası sözleşmelere aykırı olarak ceza kanunları geriye yürütüldü. Dağdaki çobanından başlayarak tüm demokrat partililerin tutuklanması ve suçsuzluklarını kanıtlayana kadar bırakılmaması talep (Prof. M. Aksoy) ve uygulamalarıyla birlikte masumiyet karinesi ihlal edilmiş oldu.
Sonuç olarak suçlamaların içeriği ve yargılama usulü açısından; suçlu ile mağdur yer değiştirdi. Suçlayanlar, suça konu olan eylemlerin daha ağırını zaten gerçekleştirdi. Kuruluş, usul, meşruiyeti ve uygulanan kurallar itibariyle bütünüyle hukuksuz, adalete, hakkaniyete, insan onuruna ve demokratik değerlere aykırı bir heyet üretip, buna “mahkeme” dediler.
Böyle bir tablo karşısında “Yüksek Adalet Divanı”nı bir mahkeme olarak kabul etmek mümkün değildir.
Değilse, adına “karar” dedikleri şeye biz ne diyeceğiz? Hukuk biliminde bir hukuki işlem, kurucu unsurlarının eksikliği nedeniyle çok ağır bir sakatlıkla malul ise, bu hukuki işlem “yok hükmünde” kabul edilir. Ama dikkat edelim, Yassıada kararı bir “hukuki işlem” hüviyetine dahi sahip değildir. Karar olduğu iddia edilen şeyin bizatihi kendisi, Nasyonal Sosyalist Mahkeme kararları benzeri bir “suç aleti”dir.
Bu nedenle yeniden yargılama gerektirecek bir durum dahi yok. Ortada ceza hukuku anlamında işlenmiş, ama yargılanmamış bir cinayet vardır. Siyaseten de lanetlenmesi ve bütün sonuçlarıyla ortadan kaldırılması gereken bir siyasal sistem vardır.
Olay budur!