Çocukken -her çocuk gibi- köye gitmeyi severdim. Yaz kış her fırsatta gideyim ve bir müddet orada kalayım diye anne babama yalvarmalarımı hala hatırlarım.
Anneannem o vakitler köyde yaşardı ve bana köy hayatını tattıracak kadar hareketli bir hayatı vardı.
Görünce laf atıp hani neredeyse sohbet ettiği Ak-kız ve Sarı-kız adında iki inek hatırlıyorum mesela. Ağıldaki birkaç koyuna, tazecik oğlaklara gösterilen ihtimamın sebebini anlar, sağılan sütün ve sütten alınan kaymağın, yapılan yoğurdun peynirin kıymetini kavrardım. Hindi ve tavuktan oluşan kümes sakinlerinin gürültülü gevezeliği, yumurtaların sıcağı aynen hatırımdadır.
Anneannem beni yanına katıp elma bahçesine, bostana götürdüğünde başka bir aleme adım atmış sayardım kendimi. Sulama, çapalama döngüsüne şahit olmak, çiçeğin domatese bibere dönüştüğünü görmek hayatın sırrına ermek gibi bir şeydi.
Her şeyin odağında anneannem vardı. Onun yaptıkları, anlattıkları, hatıraları. Hayata ve hayatına bakışı, yaşıtlarıyla arkadaşlığı, gençlere çocuklara davranışı… Durmadan onu gözlerdim.
Yaşamış ve yaşlanmış bir insanın hayat muhasebesi. Geçmişle tartışması. Uzlaşması... Akranlarını birer birer kaybederken yaklaşan akıbetle yüzleşmesi... Ölümü kavrayışı. Hayatı koy vermeyişi. Bir yandan bostanı çapalarken bir yandan o toprağa gireceği vakti düşünmesi.
Pencere önündeki sedirde kanaviçe işli yastıkları olurdu. O yastıklara yaslanıp oturur ve karşıki bayırın eteğinde yatan mezarlığa uzun uzun bakardı. Arada bir de seslendirdi içlerinden birine. Herhalde içlenince.
Sorardım, kimdi anane o.
Küçük çocuk demez, üşenmez anlatırdı.
Sanırım yaşlılarla ünsiyetim o yaşlarda gelişti. Başka yerden edinemeyeceğim, edinsem de böyle sevemeyeceğim bir hayat bilgisi edindim onun eteğinde.
Anneannem üniversite bitirdiğimi, iş güç sahibi olduğumu gördü. Muhabbetimiz vefatına dek sürdü.
Uzunca bir zamandır o da o mezarlıkta yatıyor.
***Allah hepimizin anne babasına, aile büyüklerine hayırlı sağlıklı ömürler versin. Gölgelerini dualarını eksik etmesin üzerimizden.
Annem 74, babam 82 yaşında. Allah’a şükür iyiler ama ikisinin de kronik hastalıkları var. Çin’den çıkıp dünyayı dolaşan ve yaşlılarımızı zorlayan salgından beridir kardeşlerim de ben de haliyle çok hassasız.
Sağ olsunlar onlar da çok bilinçli. Üç haftadır evden dışarı çıkmadılar. Tevekkülün tedbirden sonra geldiğini gayet iyi biliyorlar.
Oysa onların da ilk tepkisi diğer büyüklerimizin tepkisi gibiydi. “Kızım ben yaşadım yaşayacağım kadar, virüs gelirse de Allah’ın takdiri” dediler önce.
Ama sonra salgına karşı gösterilen çabayı takdir ederek, kendi paylarının hakkını verdiler. Biliyorlar ki virüs aileden birine gelirse tüm aileyi tehdit eder ve bu göze alınabilecek bir risk değildir. Hiçbir anne baba bunu göze almaz.
Bizimkiler de kendilerinden çok birbirlerini, çocuklarını ve torunlarını korumak için üç haftadır evde.
Olması gerektiği gibi...
“Hayat eve sığar” çünkü.
Sahip oldukların, evin kapısını kapattığında içerde kalanlardır.
Bugünü yaşarken başvurduğumuz en büyük referansımız ise hatıralarımız.
Kızıma bir şeyler anlatırken en çok çocukluğumdan örnekler veriyorum ben de. “Ben çocukken annem de böyle yapardı” diyorum, “biliyor musun bir keresinde babam şöyle bir şey anlatmıştı” diye dönüp dönüp dünü anıyorum.
Anlıyorum ki yaşlılarımız bizim geleceğimiz…
Türedi bir virüs hayatlarımızı tehdit etti diye, ne yaşlılarımızdan ne onlara saygıdan vazgeçecek değiliz.