Son iki gün benim için bir tür dönüm noktası anlamını taşıyor. 1915 Felâketi ile bağlantılı bir durum bu.
Benim meslek hayâtımda Alman Medyası’nın rolü büyükdür. Ağırlıklı olarak Almanya’da yaşadığım için Alman televizyon kanallarında, bir mikdar radyo kanallarında ve basın organlarında da çok, ama pek çok çalışdım. Şimdi şöyle bir bilanço çıkaracak olsam Kıbrıs ve Ermeni Problemlerinin bütün bu koşuşturmacalarımda âdetâ iki “Blok” oluşturduğunu görürüm herhalde.
Bu 1915 Ermeni Meselesi Alman Kamuoyu’nda öteden beri olağanüstü önemli bir yer tutagelmişdir. Bâzı gözlemciler bu ilginin sesebini Almanların Hitler Dönemi’ndeki soykırım faaliyetlerine bir tür “esbâb-ı muhaffife” (!) arama hâlet-i rûhiyesi ile açıklama eğilimdedirler. Derler ki Almanlar bu soykırım cürmünün modern dünyâ târihindeki ilk uygulayıcıları değildir. Bu işi Türklerden öğrenmişlerdir. Nitekim Hitler de 1938’deki bir sofra sohbetinde “Bakınız Türklerin 1915’de Ermenilere etdiklerinden bugünyeryüzünde kimsenin bahsetdiği bile yok. Onun için bizler deYahudileri topluca temizlersek, belki buna başında mırın kırın edenler çıkabilir amasonra unutulur gider.” meâlinde konuşmuşdur. Bu iddianın uydurma olmadığı da biliniyor.
Yâni düzayak Türkçeyle, bu Türkler “emsâl” teşkîl edip de Almanların aklını çelmeseydi holocaust da ağleb-i ihtimâl olmazdı... Söylenen bu.
1980’lerin ilk yılları şu ASALA cinâyetleri dolayısıyla bu konu alevlenince ben de bir biçim “matbuat fedâisi” pozunda elimden geldiği kadar tv programları, radyo ve basılı medya yorumları, açık oturumlar vs. aracılığıyla bu iddialara laf yetiştirme işiyle uğraşmaya başlamışdım.
Pek başarısız olduğum da söylenemezdi. Netîceten “Spiegel” yâhut “Zeit” gibi mûteber organlarda bile yazılarım yayınlanmışdır.
Aslı aranırsa Almanlar Nuh diyor Peygamber demiyorlardı ama hiç değilse konuyu onların yapdıkları kadar da tek taraflı ele almamak gerekdiği husûsunda biraz olsun farkındalık yaratabilmişdim gâlibâ.
Ancak şimdi niyetim, Yağmur Atsız’ın ne müdhiş bir adam olduğunu ve tek başına bir orduya denk gelecek kadar yararlıklar gösterdiğini anlatarak kendimi tatmîn etmek değil.
Benim nasıl eşsiz bir dehâ olduğumu cümle âlem zâten biliyor.
Asıl değinmek istediğim şu:
Benim başından bugüne kadar savunduğum tezlerden biri, bu konuyu sağlam bir sonuca bağlamak üzere uluslararası bir uzmanlar grubunun elbirliği ederek bütün belgeleri değerlendirip ona göre bir karar vermesi ve böylece bu karârın ilgili/ilgisiz bütün taraflarca muhkem bir karakter kazanmasıdır.
Tabii bunun için herkesin elindeki “tekmil” belgeleri ortaya dökmesi şartdır.
Oysa biliyoruz ki bugüne kadar direkt ve endirekt taraflardan hiç biri bunu yapmamışdır.
Batılı devletler ve Ruslar da dâhil olmak üzere bütün taraflar, bakınız ne diyorum, BÜTÜN taraflar, ellerindeki belgelerden ancak işlerine geleni ve o da ceste ceste olmak üzere bilimsel ve jurnalistik araştırmaya açmışlar, ama büyük bir kısmını, muhtemelen işin asıl düğüm noktalarını, ileride, artık nasıl olacaksa, bir koz olarak kullanmak amacıyla yenlerinde ve koltukaltlarında saklı tutmayı tercîh etmişlerdir.
Ben o sıralar bu davranışdan vazgeçilmeksizin problemi çözmenin ve doğruyu bulmanın imkânsız olduğunu mütemâdiyen iddia etdiğim için Ankara’daki Büyüklerimizin (İnâyetullâhu aleyhüm!) memnûniyetsizliklerini, hattâ tekdirlerini mûcib olmuş idim. Bu zevât “Yiğidin kalesi inkâr!” stratejisinden gayrı siyâset (!) pek bilmediklerinden benim davranışım onlara bir tür “dâvâya ihânet” gibi görünmüş idi.
Şimdi Ankara’da “daha az akıllı” (!) ve “daha az vatanperver” (!) insanların fermanfermâ olduklarını görmek ve artık aynen benim 35 senedir söylediklerimi onların da söylemeye başladıklarını işitmek, ne yalan söyleyeyim, içimi aydınlatıyor.
Mâlûm ya, serde hâinlik var!!!
Yaşasın Ankara’daki hâinler!