Hayatımızı yaşanmaya değer kılan en önemli şey” nedir acaba? Bu sorunun cevabı herkes için farklı olabilir. Soruyu “mutluluk nedir, insanoğlu nasıl mutlu olur?” diye de sorabiliriz. Bu sorunun da cevabı muhteliftir ve kişiden kişiye değişir.
“Yaşanmaya değer hayatı buldum” ya da “mutluyum” demek için inananlar arasında “Allah rızası” önemli bir mihenk taşıdır. Allah rızasını kazanmak için Kutsal kitabımızın bize söylediği ve Peygamberimizin uyguladığı şekilde yaşamak yeter. En azından orada söylenenleri yapmaya çalışmak yeter.
Yapılan bir çok iş bu bağlamda değerlendirilebilir. Bir sivil toplum kuruluşunda çalışan da, cami yaptırmak için uğraşan da neticede Allah rızasını kazanmak için bu işi yapıyorsa “yaşanmaya değer hayatı buldum” ya da “mutluyum” diye ifade edebilir kendisini.
Kutlu aya gelmiş bulunuyoruz. Oruç ve bir bakıma bütün ibadetler insanoğlunun inandığı çerçeveyi korumanın ve diri tutmanın bir yoludur. İnancın ve inanca uygun yaşamanın sürekliliğini sağlar ibadet.
Günde beş kere namaz kılan bir insan yaratana karşı sorumluluğunu beş kez yenilemiş olmuyor mu? Kolay değil bu. Bu zorluğu Üstad Necip Fazıl Kısakürek ne güzel ifade eder: “Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök.” Ama her iş zorluğu nispetinde kıymetli.
İbadet, yaratanla insan arasında bir sözleşmedir. Namaz kılan bir insan günde beş kere bu sözleşmeye sadakat içinde olduğunu ifade etmiş olur. Her insanın kendine ve yaratanına karşı bir sorumluluğu vardır elbette. Ama bir o kadar önemli sorumluluğumuz da içinde yaşadığımız topluma ve insanlığa karşı vardır. Oruç biraz yoksullara karşı sorumluluğumuzu hatırlama ibadetidir. Zekat ve Hac da böyle bir sorumluluk anlayışıyla yerine getirilmesi gereken ibadetler değil midir? Bende biriken servette toplumun da payı var.
Zekat bunu temin eder. Bende biriken bilginin diğer insanlara aktarılması ve insanlığın yararına sunulması gerekir. Hac da bunu temin eder. Bu manalara ne kadar uzak ya da ne kadar yakın olduğumuz ayrı bir tartışma konusudur. Belki üstünde en çok çalışmamız ve düzenleme yapmamız gereken can yakıcı sorunlardır bunlar.
Bizim kültürümüzde Allah rızasının ne kadar önemli bir yeri vardır!.. Şükran duygularımızı “Allah razı olsun” diye ifade etmek hepimizin baş vurduğu bir söylem değil mi? Onun için Yunus Emre “bana cennet değil, sen gereksin” diyor: “Cennet cennet dedikleri,/ Birkaç köşkle birkaç huri,/ İsteyene ver sen anı,/ Bana seni gerek seni.”
Bu kutlu ayda sözden çok duaya ihtiyacımız var gibi geliyor bana. Gelin Sezai Karakoç’un iki duasına biz de amin diyelim:
“.../ Işık tut Rabbim/ Büyük ışığını esirgeme bizden/ Koruyan acımana/ Güzeller güzeli adlarına/ Sığınan bu erlere/ Işık tut Rabbim/ Kur’an’ın aydınlığını yay gönlümüze/ Peygamber duasını eş et bize/ .../ Yırtılsın inkarın zarı/ Reddin seddi yıkılsın/ İnancın fecri doğsun/ Ağsın sabah yıldızı gibi ufkumuza/ Batı ve Doğu bütün anlamıyla/ Geçmiş ve gelecek bütün anlamıyla/ Açılsın önümüze bir kitap gibi/ Yeşeren ağaçlar eğilsin üstümüze/ Damarlarımız canlansın eski ruhun dirimiyle/ ...”
“.../ Yetiş ayağının tozu olduğumuz Peygamber/ Yetiş her zaman diri olan varlığınla/ Yetiş yak lambamızı/ Yetiş aydınlat karanlığımızı/ Yetiş yeşillendir çöllerimizi/ Yetiş dirilt insanımızı/ Seni sevenin ismiyle yetiş bize/ Yetiştir bize/ Günahlarımızı kül edecek ateş harmanını/ Verim yağmuru insin ülkemize/ Mekke’ye Medine’ye Şam’a/ Kudüs’ e Bağdat’ a İstanbul’a/ Semerkand’a Taşkent’e Diyarbekir’e/ Yetiş Peygamber imdadı yetiş/ Yetiş Allah’ in izniyle/ Yetiştir erlerini/ Diriliş bayraklarını taşıyan/ Şehit gömleklerini peşin giymiş/ Ateşten, sudan geçer gibi geçen/ Allah önünde her varı yok gören/ Dağların üstünde erip/ Kentlere şafaklar gibi ağan/ Küçük askerlerini/ Gül diksinler diye yeni topraklarına/ İnsanın ta gönlüne/ Yetiştir erenlerini/ Allah’ım/ Amin”