Hani derler ya, artık söz sırası seçmende, diye...
Akşam üzeri sonuçları öğreneceğiz nasıl olsa...
Aslında kimin kazanacağı belli bile olsa insan tabii kesin yüzdeleri de merâk ediyor.
Beni şu son günlerde en çok eğlendiren hususlardan biri ise şu “ikinci tur mastürnasyonu” oldu.
Efendim, ikinci turda şu şöyle olursaymış da bu da böyle olursaymış da filan...
Bu arada ben de tabii boş durmadım ve bizzat araştırdım (investigatif jurnalizm!!!):
Şâyet dördüncü turda Pansilvanya’dan gevrek bir kahkaha yükselir ve aynı anda E-5’den de yıldırım hızıyla yeşil bir kamyon geçerse sûret-i kat’iyyede bizimki kazanacakmış.
Bizimkinin kim olduğunu ise müsaadenizle kendime saklayayaım!
Okuyucu velînîmetimizdir dediysek artık o kadar da yüz göz olmaya lüzum yok!
İşte bizimki...
***
Peki, bizimki kazandıkdan sonra ne olur?
Ona oy vermiş olanlar sevinir elbet, o kadarını ben de biliyorum.
Öbürleri ise derhâl kâğıda kaleme sarılarak bunun neden zâten böyle olması lâzım geldiğini ve mezkûr sonucun hangi mücbir sebeblerden ötürü vatana ve millete şu sıralar en yararlı durum olduğunu îzâh eden ve cümlemize parmak ısırtacak türden metinler üreterek üzerimize boca ederler.
Ben malımı bilirim!
Bizler de tabii yeriz, çünki alınlarımızda enâyi yazılıdır.
Onun için en iyisi bunları sittiredelim de ben sizlere bundan tam 220 yıl önce bugün vefât etmiş bulunan Karaköy/İstanbul doğumlu bir şâirden bahsedeyim:
Adı André Chénier... 1762 Yılı’nın yine böyle boğucu sıcak bir yaz günü Karaköy’deki üç katlı bir evde dünyâya gelmiş. Bugün oraları dolaşırsanız o evin hâlâ orada durduğunu görürsünüz.
Tam yerini ise artık bi’ zahmet bizzat arayıp bulursunuz. Her şeyi işbu birâderinizden beklemeyin!
Yüz buldukça şımarıyorsunuz...
1794 Senesi daha sâdece 32 yaşında bu dünyâdan ayrılmasına sebeb ise, adam gibi Istanbul’da oturup hayâtın tadını çıkarmak yerine, rahat batdığı için herhalde, gidip Fransa’da İhtilâl (1789) kargaşalığının içine balıklama dalması olmuş. Yanılmıyorsam 1792’de...
Sanki bir halt varmış gibi...
“İhtilâl kendi çocuklarını yer!” fehvâsınca da yaklaşık 18/19 ay kadar sonra “devlete karşı cürüm” suçlamasıyla yallah giyyotine... Hazır açılmışken: Bu kelimenin aslî imlâsı “guillotine”dir. Hani bir partide martide sorar ederler de câhilâne önünüze bakıp or’daki kızlara mahcûb olmayasınız diye kaydediyorum.
Esâsen üzerime vazîfe değil ama ne yapayım, yüreğim yufka... Gençlerimizin zamâne kızlarına karşı şey bir duruma şeyetmelerine gönlüm râzı gelmiyor.
“Devlete karşı cürüm” kavramının ne mânâya geldiğini ise bir Türke oturup ben anlatacak değilim.
O cürüm her “sahih” Türkün damarlarındaki asil kanda mevcuddur.
Yine de atladıysanız, gidin, Kenan Evren adında bir “rütbesiz” asker eskisi var, ona sorun, o size bir temiz anlatır.
O garibimin geçenlerde epoletlerini sökmüşlerdi de ne kadar üzülmüşdüm.
Ağlamakdan gözlerim kan çanağına dönmüşdü...
Kaderin cilvesine bakınız:
O şimdi emekli er, bense emekli üsteğmen...
Ah, bir seferberlik olsa da aynı birliğe düşsek!!!
André Chénier ise giyyotine çıkınca celladına dönerek ne demiş, biliyor musunuz?
“Yazık olacak bu koparacağınız kelleye, Monsieur! Oysa içinde daha ne güzel şeyler vardı!”
Cellâdın buna bir cevab verip vermediği ve eğer verdi ise ne dediği meçhûl.
Ben onun yerinde olsaydım ne derdim, tahmîn edebilir misiniz?
Edersiniz elbet etmesine de; siz onu yine kendinize saklayın!
Mâdem şiirden açdık (sâhi, ondan mı açmışdık?) öyleyse yine şiirle bitirelim:
“Ölelim ölmesine diyordu genç adam;
Ölelim ölmesine de neden
Hep bizler akla geliyoruz iş ciddîleşince?
Ve neden hep sizler çıkıyorsunuz karşımıza
Biraz altını deşince?”