Hong Kong’un merkezine yakın o noktada, sırtımı 24 saat açık ve içinde her şeyin bulunabildiği bakkal dükkanına vermiş, elimde kahvem, yataktan yeni kalktığımı hemen işaret eden dağınık saçlarım ve gülünç eşofmanımla dururken etrafımdan akıp geçen yaşamın içindeki ciddi suretleri görmek... İnternette 4 kişilik diye tanımlanmış ama iki Türk’ün zar-zor sığdığı küçük ev üzerime gelmiş, kendimi dışarı atmıştım. İnsanlar işlerine yetişmenin telaşındaydılar ... Akdenizliyim, denizin mavisinin kenarında gözlerim her zaman oturacak mekan arar, ama Hong Konglular biraz daha fazla para kazanma azmiyle oraları liman yapmışlardı.
Bir belgesel çekimi için oradaydım ve kısa süreli Çinli komşum, belli ki, küçük bir evde kedi- köpek besleyemediği için kuş beslemeyi tercih etmişti... Yanımdan elinde kafesiyle geçti ve kentin gürültüsü içinde yürüyüp gitti... İnsanların dar mekanlarda “öteki türle” bağ kurmak için kuş beslemeyi tercih ettiklerini ve onları düzenli olarak gezdirdiklerini daha sonra Bangkok’ta görecektim. Ünlü çiçek pazarının hemen yanındaki kuş pazarında yükseğe konulmuş çengellere kafeslerini asıyor, kuşları hava alırken iki satır sohbet etmeye çalışıyorlardı.
Ama belli ki, çok yalnız ve hayli içlerine dönüktüler. Aralarındaki iki-üç cümleden sonra doğan ağır sessizlik taşınabilir değildi.
Lizbon’un en eski semti olan Alfama’da yine bir sabah saatinde, dar ve güzel sokaklarda ayak izlerimi bırakmaya çalışırken yüzlerce kuşun cıvıltısı yüreğimde dalgalanma yaratmıştı. Alfama, Avrupa’da komşuluk kavramının geçerli olduğu ender mahallelerden biridir, sokak başlarına mahalleli tarafından atılmış eski kanepeler, sakinlerin akşamüstü buluşmalarına ev sahipliği yapar, eve girmeden önce edilen uzun sohbetler... Sabah saatlerinde ise komşular kuş kafeslerini balkonlarına asarlar, sevgili varlıkları cıvıltılarıyla birbirleriyle sohbet etsinler diye...
Alfama, metro veya vapurda yolculuk ederken sürekli elindeki telefonla uğraşan insanların oturduğu bir yer değildir...
Barselona’da kaldığım otelin hemen arkasındaki o tarihi pastanenin orta yaşlı sahibi hanımefendi gibi insanların coğrafyasına yakındır. “İç savaşta dükkanın tam önüne faşistlerin bombası düşmüş, her yer yıkılmış ama, dedem, sırf halkın morali bozulmasın diye iki saat sonra ünlü dondurmasını yapmış ve o gün bedava dağıtmış” diye anlatırken duvarda asılı o siyah-beyaz fotoğrafa gururla bakıyordu...
Bilirim, savaş aslında, terk edilmiş demiryolu hatlarından başka bi’şey kazandırmaz insana... Bunu bana Tiflis’te olağanüstü tablolarını gösteren Gürcü bir ressam dostum söylemişti... “Sumgait tren yolunu çizdim, yıkık dökük ama bir köşesine üç beyaz ruh iliştirdim. Savaş o yolu kapatmış olsa da tren yolları ruhunu korur” demişti... Rusya ile savaştan sonra Tiflis’i ölümü ensesinde hisseden bir kent olarak bulmuştum, tıpkı Saraybosna gibi...
Kan kaybetmiş kentlerin insanları, bizim günlük telaşlarımızın hayli uzağında, bir başka kucaklarlar yaşamı... Saraybosna şehitliğinden çıkar, karşısındaki Balkan poğaçaları yapan fırının vitrinine kaptırırsınız kendinizi... Yaşam ve ölümün tılsımlı bir şekilde sanki el sıkıştığı andır... Oraya ne zaman gitsem, gençlik günlerimin tasasızlığı içinde sırtımı Mehmet Ali Paşa Camii’nin duvarına dayayıp Kahire’nin bin minaresinden yükselen ezan sesini dinlerken, uzakta batmakta olan güneşin çölün tozuyla buluştuğu noktada yerden yükselmiş gibi duran piramitleri seyrettiğim günü hatırlarım... Ya da, Mescid-i Aksa avlusundan kadim Kudüs’e seyrederken birden yükselen dolunayla buluştuğum anın şaşkınlığını... Hatta Şam’da Emevi Camii’nin etrafındaki dar tarihi sokakları gezerken, “insanlar neden farklı dinlerden de olsa tam üç bin yıldır dua etmek için burayı seçtiler” sorusuna yanıt aradığımı...
Düşünürüm... Kırım’ın Bahçesaray’ının Salacak mahallesi ile Saraybosna’nın Başçarşısı’nı ve İstanbul’un Eyüp’ünü hangi gizli irade birbirine bağlamıştır?
Dünya, kapitalizmin ödenecek aylık faturalarla banka kredi taksitlerini bir türlü karşılamayan gelirlerin tahterevallisinin bir köşesine yerleştirilecek kadar küçük değildir.
İnsan sıcaklığının olmadığı bir yerde yaşam sonlanmış demektir...
İnsanlara dokunun... Onları dinleri ve taşıdıkları ulusal kimliklerine göre değil, sizin gibi günlük telaşların içinde sürüklenip giden varlıklar olarak görün...
Zaman, başlangıç ve sonuç anını bilmediğimiz bir garip nehirdir... Bizler, yalnız, o nehrin berrak sularına suretleri yansıyan fanileriz...
Yaşamı o kadar ciddiye almayın...
2015’te hepinize bi’tek sağlık diliyorum... Sağlık oldu mu, istediğiniz her şeyi yapmaya hazırsınız demektir... Ertelemeyin ve vakit kaybetmeyin...