Son günlerde Türkiye yolsuzluk lafıyla yatıyor, rüşvet lafıyla kalkıyor. Star gazetesindeki sütunumu izleyenler benim bu konuya, yolsuzluk iddialarına 17 Aralık’tan bugüne doğrudan girmediğimi de biliyorlardır.
Birileri de bu durumu, muhtemelen Star’ın Hükümete yakın duruşuna ya da benim senelerdir Sayın Erdoğan’ın, AK Parti’nin icraatına verdiğim karınca kararınca desteğe yorabilirler.
İsteyen istediğini düşünebilir, burası bir hukuk devletidir, hiç umurumda değil ama benim bu yolsuzluk meselesine girmememin nedenleri daha başkadır.
17 Aralık’ta görevde olan bazı bakanlarla, bazı bakan çocuklarıyla ilgili ortada iddialar var, umarım bu dosyaların en sonuna kadar ortalama vatandaşın vicdanını rahatlatacak biçimde gidilir.
Ancak, unutmayalım, bu meseleler özünde adli, polisiye meselelerdir.
Ve bu iddialar, işin doğrusu, benim, bir öğretim üyesi olarak çok da ilgimi çekmemektedir.
Senelerdir ve özellikle 2002 öncesi çok dile getirdiğim iddia Türkiye’de, bir açıdan yaklaşıldığında, iki tür yolsuzluk olduğu yönündedir.
Birinci tür yolsuzluklar yasadışı yolsuzluklardır, ikinci tür yolsuzluklar ise yasal yolsuzluklardır.
“Yasal yolsuzluk” ne demektir diye sorarsanız, aşağıda, küçük bir örnek üzerinden açıklamaya gayret edeceğim.
Yasal yolsuzluk kavramı bir öğretim üyesi için çok ilginç bir konudur, zira doğru politikalarla sıfırlanabilirler.
Yasadışı yolsuzluk, rüşvet konuları politik alanı daha fazla ilgilendirmekle birlikte, daha sıradan adli, polisiye konulardır, devlet olgusu olduğu sürece de süreceklerdir ama, tekraren söylüyorum, bana çok ilginç gelmemektedir, iyi savcılar, iyi polislerle, doğru bir siyasal iradeyle bu konular hallolurlar.
Bir işadamı bir bakana para verip olmayacak bir işini yaptırmış ise, bu durum çok sıradandır, dünyanın her ülkesinde bunlar yaşanıyor, siyaseten önemli olan bu tür olayların peşini bırakmamaktır.
Ancak, iyi savcılar, iyi polislerle çözülemeyecek yolsuzluklar da vardır ve bunlar yasal yolsuzluklardır.
Belki daha da önemlisi, bu konuların yolsuzluk olduğuna yönelik bir toplumsal mutabakat da yoktur.
Geçtiğimiz hafta Resmi Gazete’de yayınlanan bir yönetmelikle kamu ihalelerinde söz konusu olan eşik değerlerin 2013 enflasyon oranı kadar yükseltildiği açıklandı.
Bu yöntem objektif bir yöntem, kimsenin itirazı pek olamaz ama bizim Cumhuriyet dönemi iktisat tarihimiz, bugünlere kadar kamu ihalelerindeki eşik değerin hiçbir objektif kurala dayalı olmaksızın da yükseltildiğinin örnekleriyle doludur.
Eşik değeri yükselttiğiniz ölçüde de bir kamu ihalesini daha az rekabetçi kılıyorsunuz demektir.
Kamu ihalelerinin daha az rekabetçi olması ise aynı kamu hizmetinin daha fazla vergi geliriyle yapılması demektir.
Varsayalım, bir kamu yatırımı ihalesine Türkiye ve AB müteahhitleri girecek iken, eşik değeri yükselterek AB müteahhitlerinin girişini engelliyorsunuz ve bu ihaleyi, mesela on liraya bir İsveç firması alabilecek iken on beş liraya bir yerli müteahhit alıyor.
Bizim yerli müteahhite bu ihale için ödenen, verilen ilave beş lira fazla para, vergi parası, bir yasal yolsuzluk değil midir?
Üstelik İsveçli müteahhitin ve bizimkinin yaptığı kamu yatırımının kalitesinin eşit olacağı varsayımıyla bunu yazıyorum ama biliyorum ki durum pek öyle olmuyor.
Bu konuda, vergi mükellefine beş lira daha pahalıya gelen bir kamu yatırımında karşılıklılık (mütekabiliyet) ilkesi mi daha önemlidir, vergi ödeyen vatandaşın parasının daha verimli kullanımı mı?
Türkiye iki konuyu daima çok az konuşmuştur.
Birincisi yasal yolsuzluklar, savcılar, polisler burada ne yapabilirler, ikincisi ise siyasetin finansmanı konusu.
İki konu da birbirlerine göbekten bağlıdırlar.