2011 genel seçimlerinde AK Parti 1 Kasım’a benzer bir oranla yine ezici bir zafer kazanmıştı. 2011 zaferinin arkasında istikrar, refahtaki artış, demokratikleşme hamleleri ve reformlar vardı. 2010’daki anayasa referandumunun rüzgarı 2011 seçim sonuçlarına doğrudan yansımıştı ve yeni meclisten beklenti yeni anayasaydı. Yüzde 95 temsil kabiliyetini haiz bir meclis oluşmuştu ve zaten tüm siyasi partiler 2011 seçimlerine -2010’daki referanduma hayır demelerine rağmen- yeni anayasa vaadi ile gitmişlerdi.
2007’de neredeyse darbe gerekçesi sayılan AK Parti’nin yeni anayasa taslağından sonra bir kez daha kollar sıvandı ve mecliste oluşturulan Anayasa Komisyonu çalışmalarına başladı. AK Parti o günlerde tıpkı şimdi olduğu gibi bir “uzlaşma” baskısı altında tutulduğu için Anayasa Komisyonu’nu oluştururken partilerin meclisteki sandalye sayılarına göre değil -ki komisyon oluşturma usulü böyledir- her partinin eşit sayıda üye vermesi kararını aldı ve aslında o dakika itibariyle mevcut meclisin yeni bir anayasa yapamayacağı anlaşıldı.
Şimdi olsa milletvekili sayısına oranla üyeye itiraz edeceklerinden kuşku duymadığım aralarında Ergun Özbudun’un da olduğu bazı liberal anayasacılar o günlerde eşit üye şartını eleştirmişlerdi. Demokrasinin gereğinin, partilerin meclisteki güçleri nispetinde anayasa yapımına katılmaları olduğu görüşünü savunuyorlardı.
Bu hatırlatmayı önemli buluyorum zira önümüzdeki süreçte bunları yeniden yaşayacağız. Demokrat ve liberal sıfatlarını tekeline almış bazı kişilerin “Gülenist” bir ajandayla yazıp çizdiklerini bu vesileyle bir kez daha göreceğiz.
***
Gelelim bugüne; 1 Kasım’da AK Parti 317 vekille dört yıl daha Türkiye’yi yönetme ruhsatını milletten aldı. Bu sonuç, Türkiye toplumunun yeni bir anayasaya ilan ihtiyacını ve isteğini de ortaya koyuyor. Dahası Türkiye şu anda eski ile yeninin güç mücadelesi arasında bocalıyor. Eski Türkiye’nin aktörleri, artık sayısal güçleri nispetinde siyasi güçleri olduğu gerçeğini kabul etmek istemiyor ve bu yüzden de ‘yeni siyasete’, ‘yeni Türkiye’ye direniyorlar.
13 yıldır süren değişim ve reformların yeni bir anayasa ile çerçevelenmesi tabiri caizse formatlanması artık acil bir ihtiyaç. Değişim ve reformları bir adım daha ileri taşıyabilecek olan enstrüman da yine yeni anayasa. Eskisiyle ancak bu kadarı mümkün olabildi.
Eski Türkiye’nin aktörleri ise tam da bu yüzden anayasanın değişmesini istemiyor, Türkiye’nin demokrasi ve ekonomisiyle bir üst lige geçmemesi için güç birliği yapıyorlar.
Oysa yapılması gereken sadece yarım kalmış bir işi tamamlamak.
2007’de, eski Türkiye’nin yenilikten korkan statükocu aklının bir ürünü olan 367 krizinin açtığı yolda halkın cumhurbaşkanını seçmesi kararını veren Türkiye, başladığı işi tamamlamak durumunda. Ortada yarım kalmış bir iş var, fiili bir yarı başkanlık rejimiyle idare ediliyoruz ama bunun anayasal çerçevesinden yoksunuz.
Mevcut durumun sürdürülemezliği bir yana başkanlık sistemini “modern sultanlık” olarak nitelendiren, “Erdoğan’a kaftan biçmek” gibi yakıştırmalarla mahkum etmeye çalışanlar aralarında ne kadar güç birliği yapsalar da bir AK Parti olamıyorlar.
Güç birliği yaparak karşı çıktıkları başkanlık sistemi, paradoksal biçimde, AK Parti’yi devirebilmelerinin tek yolu belki de.
Peki, yeni anayasa ve başkanlık sistemini tartışmak için biraz erken mi?
Hayır, değil. Bu tartışmayı biz aslında 2007’den bu yana yapıyoruz. Seçim zaferi ve bu zaferin yarattığı olumlu hava canlıyken Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun anayasa değişikliğini gündeme getirmesi son derece normal. Partinin seçim zaferinin yarattığı motivasyon ve psikolojik üstünlükle sıcağı sıcağına başkanlık sistemi ve yeni anayasayı gündeme alması üst bir siyasi aklın manevrası olarak alkışlanabilir ancak.
Başkanlık sistemini istemeyenlerin yapması gereken ise yeniden parlamenter rejime dönmenin yollarını aramak olmalı. Halkın elinden cumhurbaşkanını seçme yetkisini geri istemek yani...
Göze almak için yürek yemek lazım!