“Rüşvet alan kadı” anekdotlarından beri biz yargıyı tartışırız.
Bir şiir okudu diye insanların İstanbul gibi bir büyük şehrin başkanlığından alınıp cezaevine gönderildiği ve “muhtar bile olamayacak” manşetleriyle siyasi yasaklı hale geldiği günden beri tartışırız yargı kararlarını.
Bir genel başkanın “Siz 'Ne mutlu Türküm diyene' derseniz, birisi de çıkar 'Ne mutlu Kürdüm diyene' der” demesi yüzünden bir partinin kapatıldığı günlerden beri tartışırız.
Başörtüsü yasaklarının genç kızların eğitim hayatını biçtiği ve bu yasakların Danıştay, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi üstelik AİHM kararlarıyla perçinlendiği günlerden beri tartışırız yargı kararlarını.
İstiklal Mahkemeleri'nin “Yargılayın ve asın, sonra şahitleri dinlersiniz” yollu hükümleriyle insanların ot gibi biçildiği günlerden beri...
Yassıada'da, “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” mantığı ile çalışan ve bir Başbakan'ın, iki Bakan'ın idam hükmünü veren mahkemelerden beri tartışırız yargıyı.
Daha kısa süre önce, bilmem kaç tane müebbet isteğiyle devam eden Ergenekon - Balyoz davaları için en yüksek seviyede “Kumpas” tanımlaması yapmadık mı?
“Yargıya güven”ile ilgili kamuoyu yoklamalarında çıkan rakamlar yüz güldürmüyor.
Türkiye'de ne zaman “Adalet istiyoruz” diye seslenilse, bir karşılığının olma ihtimali yüksektir.
Şu anda Türkiye'de 50 bini aşkın insan “FETÖ davaları” sebebiyle tutuklu, 100 binden fazla insanın işine son verilmiş ya da açığa alınmış durumda.
Bütün bunlar bir yılı bile aşmayan bir zaman dilimi içinde gerçekleşmiş.
Üstelik 15 Temmuz gibi bir darbe travmasının peşinden gerçekleşmiş.
Evet istenen, yargı için “Şeriatın kestiği parmak acımaz” güveninin gerçekleşmesidir.
Ama öyle olmuyor be cancağızım.
Anayasa'nın 138'inci maddesi Yargı'yı kimi etkilerden korumak için düzenlenmiş. O madde şöyle:
“Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler. / Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz. / Görülmekte olan bir dava hakkında Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz. / Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.”
Bumaddeye baktığımızda Yargının daha çok devletin diğer birimlerinden etkilenmesinin önünü kesmeye yönelik olduğunu anlıyoruz. “Emir ve talimat verilememesi”, genelge gönderilememesi, tavsiye ve telkinde bulunulamaması, görülmekte olan davaların Yasama Meclisi'nde görüşülememesi gibi düzenlemeler bunu öngörüyor. Aynı madde, yasama ve yürütme organlarının mahkeme kararlarına uyma zorunluluğunu da getiriyor.
Anlaşılıyor ki Yasama Organı, bu maddeyi düzenlerken, daha çok kuvvetler ayrılığının ihlal edilebileceğini ve Yargı'nın baskı alınabileceğini dikkate almış, onu önlemeye çalışıyor.
Doğrusu da o ki, Yargıç'ın kişisel zaafları dışında Yargı'yı etkilemek için belirli güçlerinizin bulunması gerekiyor.“Sizi buraya tıkan kuvvet!” diyor Yassıada'nın hakimi, savcısı. “Kuvvet!”
Siyasi iktidar kuvvettir. Ordu kuvvettir. Medya kuvvettir. Dış dünya kuvvettir.
Medyada gerçekleşen bir “Yargısız infaz”ın elinden adaleti kurtarmak kolay mıdır?
Türkiye'nin bir “yargı sorunu vardır” efendim.
Yargıyı bizim etkilediğimiz zamanda etkilemeyi meşrulaştırmak iş değil.
Karınca'nın hukukunu Sultan Süleyman'dan soracak bir yargı ortamının bulunduğu bilinci, aslında bizim kültürümüzde bulunuyor. O ayet de bize öfke kontrolünü tembihliyor:
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan ve adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Âdil olun; bu takvâya daha yakındır. Allah'tan sakının. Çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Maide, 8)