Kuşkusuz eski Türkiye’nin belki de en belirleyici güçlerinden biri olarak yargının, yeni döneme ayak uyduracak bir değişim içine girmesi, sanıldığından çok daha zor.
Her askeri darbenin ya da darbe benzeri girişimin, yargıda destek bulması, en azından tepki görmemesi şaşırtıcı sayılmamalı. Dünyaya bakışı, anlayış ve duruşlarını kolayca değiştiremeyen bir yapı var karşımızda. Biraz doğası gereği öyle, biraz da buradan güç devşirmekten hoşnut olduğu için.
Durup dururken böyle bir giriş yapmadım elbette. Belli ki önümüzdeki dönemin en önemli başlıklarından birisi, yargının yeni dönemi nasıl okuyacağı üzerine kurulu.
Paralel yapı tartışmaları, özellikle de HSYK seçimleri, gözleri haklı olarak yargıya çevirmiş durumda. Devlet içinde bir yapının, kendi gündemini, karar mekanizmasını dayatarak sistemi kontrol etme çabası, artık hükümet politikası eliyle değil, devlet refleksiyle muamele görüyor. Gerek Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, gerekse Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun bu konudaki kararlılığı ortada.
Ancak bundan daha fazlası var ve bu durum, gerek yargıda, gerekse diğer kritik alanlarda değişimin önüne geçiyor. Mesela şu soru önemli. Paralel yapının tasfiyesi için gereken kararlılık, bu yapıdan muzdarip olduğunu söyleyen kesimlerde neden yeterince karşılık bulmuyor? Gerçekten çok ciddi rahatsızlık olduğu halde, niçin devlet politikası ve milli güvenlik sorunu haline gelmiş bir konuda hızlı mesafe alınamıyor?
Öncelikle yargıda hala mevcut hükümetin politikalarından duyduğu rahatsızlık, paralel yapıyla mücadele konusunun önüne geçmiş kesimler var. Bunlar bir anlamda bu çatışmayı gelip geçici görüyorlar, deyim yerindeyse yesinler birbirlerini duruşunu sergiliyorlar. Sonrasında yine kendilerinin ayakta kalacağını hesap ediyorlar bir bakıma.
Burada bir başka sorun karşımıza çıkıyor. Demek ki bu kadar kritik bir mücadele, bizzat en hassas olunan güç merkezindeki farklı kesimlere anlatılamamış. Başka bir deyişle, geçmişte hükümet-cemaat işbirliği diye tanımlanan koalisyonun, şimdi yerini geri dönülmez bir çatışmaya bırakmış olması, henüz üçüncü taraflar nezdinde yeterince anlaşılabilmiş değil.
Öte yandan yargının değişime kolayca geçit vermeyen yapısının da böyle dönemlerde kenara çekilip izleme ya da kazananını bekleme alışkanlığı ürettiğini de unutmayalım.
Eğer doğrudan devleti ele geçirmeye yönelik bir çaba varsa, bununla mücadele etmenin en önemli yolu, ittifakları artırmaktan geçiyor. Bürokrasinin hemen her kademesinde olduğu gibi, yüksek bürokraside, elbette yargıda da bu mücadelenin ne denli hayati olduğunun farkında olan isimler var. Bu süreçte onlara sorunu doğru anlatabilmek herşeyden daha acil ve önemli.
Sonuç itibariyle bürokrasi, devlet aklının nasıl işlediğine, sorunlarının nasıl yönetildiğine ve bir kavga varsa bunu kimin kazanacağına bakarak hareket eder. Bunu hoş karşılamak kolay olmasa da gerçek bu.
Verilen kavganın ne olduğunu, sadece bir siyasetçinin, yakın çevresinin ya da partinin, hatta hükümetin kavgası olmadığını geniş kesimlere anlatabilmek için belki şu ana kadar yeterli zaman olmadı. Çünkü yakın bir tarihe kadar bu çatışma, paralel yapının istediği yönde ve takvimde ilerliyordu. Şimdi herşey çok farklı.
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, kısa zaman içinde Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay başkanlarını kabul etmesi, ayrıca adli yılın açılışıyla ilgili yazılı mesajındaki şu cümleleri dikkatle not edilmeli. Sıradan kabullerin ve açıklamaların ötesinde stratejik bir hamlenin parçası olarak elbette :
‘İnanıyorum ki tüm yargı kurumlarımız ve değerli mensupları, ülkemizin ve milletimizin ortak değer ve çıkarlarına ket vurmaya çalışan her türlü girişime karşı güçlü ve sağlam bir irade ile karşı koyacaklardır.’
Türkiye ikna olacak ve değişecek. Tek çıkış yolu bu.